17 Aralık 2010 Cuma

hoş geldiniz...


                                     hoş geldiniz... sevgili eski sevgililerim.
kiminizi on yıl önce bir akşamüstü, dolmabahçede bir çay bahçesinde kaybetmiştim, kiminiz beni bir yaz günü cehennem sıcağında, bodrumda delirtmiştiniz.

çok güzel, çok berbat şeyler yaşadık sizinle. içinizden bazıları sevmeyi öfkeyle yapılan bir iş sanıyordu. ağlıyor, kızıyor, hatta bazen küfrediyordu. (tanrım bazı küfürler bir kadını nasıl bir çöplüğe dönüştürüyordu.) madem bırakacaktın beni, niçin bağladın kendine demişti. ben susmuştum. bir ölüyle konuşamazdım. susuyordum. susmanın tüm çeşitlerini biliyordum nasılsa ama hiçbiriniz sevmediniz susuşumu.

hoş geldiniz..

isim vermek istemiyorum ama içinizden bazılarını öyle çok sevdim ki, o kadar aşkı koyacak yer bulamamıştık ilişkimizin içinde. en büyük sorunumuz da buydu zaten. ilişkimizin içi öyle abuk sabuk şeylerle doluydu ki... öfke, kıskançlık, liderlik yarışında kullanılacak delici cümleler, küçük yalanlar, büyük yalanlar, orta boy yalanlar, açılınca yatak olan yalanlar, açılınca sorun olan yalanlar.. ilişkimizin içi tıka basa doluydu. aşkımızı koyacak yer yoktu.

hoş geldiniz sevgili eski sevgililerim. kabul ediyorum, bazılarınıza haksızlık ettim. o beni kadın gibi sevdi, ben onu akraba gibi okşadım. suskundu. suskunluğuna şiirsel anlamlar yükledim. oysa o, ruhunu benimkine katık etmişti. onun içimde eriyip kayboluşunu seyrettim. erkekliğimi onun nefesiyle şişirdim. artık o ilişkinin içinde yalnızdım. arkadaşlarımla otururken yan sandalyeye montumu, gözlüğümü ve onu koyuyordum. sonra kalkıyordum ve ben bazen onu ve gözlüğümü unutuyordum. ki müessese bile unutulan eşyalardan sorumlu değildi. eve dönüşlerimizde sıradan şeyler konuşuyorduk. televizyonun açılışı, tüpün hala değiştirilmemiş olması, kapıcının verilen iş - enerji savsaklaması ve kökeni bir türlü anlaşılamayan bir yorgunluk... birbirimizi yoruyorduk. ben artık fıkralarımı başka kadınlara anlatıyordum. çünkü o hepsini ezbere biliyordu. ve ben fıkraya başladığımda boş tabaklarla birlikte mutfağa gidiyordu. ben bir süre sonra onunla değil, fıkralarıma gülen kadınlarla sevişmek istemeye başladım. doğrusunu söylemek gerekirse -ki çoğu zaman gerekmez- bazı bu çeşit sevişmelerim de oldu. ama o zaman da hızla koşup ona sarıldım. kuş ağzında dudakları titredi. ürkek kanatlar gibi. onu öyle çok seviyordum ki aşık olmaya yüreğim yanıyordu. sevgiyle sınırlı tutmak istiyordum. aşkın vahşiliğinden sakınmak istiyordum. çünkü aşk, iki sevdalının kötülüğün sınırında tutkuyla buluşmasıydı. yorucuydu, tehlikeliydi... ama o aşık olamayacak kadar kırılgandı.

ve ben hep başka kadınların ağzında erittim ağzımın tütün kokusunu...

neyse.

hoş geldiniz... ooo... sen de mi geldin? senin ne işin var bu iyi insanların arasında sana söyleyecek çok fazla sözüm yok. öyle hızlı çirkinleşiyordun ki, ilk gördüğümde başımı aklıma dar eden gözlerin bir an da iki dipsiz kuyuya dönüşebiliyordu. içine girenler çıkamıyordu bir daha. bir sürü ölü sevda yatıyordu içindeki bataklıkta.

neyse... tatsızlığa gerek yok. madem ki bu gece hepiniz buraya beni görmeye geldiniz, madem ki hepinize bir ömürlük ikram sunmuşluğum var, hoş geldiniz sevgili eski sevgililerim. biliyorum hepiniz biriciksiniz. bu çoğul tanımlama rahatsız ediyor hepinizi. hiç biriniz eski sevgililer grubu içinde anılmak istemiyorsunuz ama hep birlikte gelmişsiniz işte. yapacak bir şey yok.

elbette pis işlere de bulaştık bazılarınızla. yanlış zamanlarda yanlış şeyler söyledik birbirimize. ama hiç birinizin yüzünü silemedim yüreğimden. sadece birinizin fotorafını yaktım mesela. yaşadıklarımı hep taşımak istedim sonrakilere. hepinizin adım göğsüme işledim ve taşıdım göğsümde muska gibi... bir tek sen hariç. ki, burdaki herkes çok iyi biliyorki en çok seni sevdim. ben seninle her şeyi göze almıştım. ama şimdi belki de yine bir fotoğrafını yakacağım. hangi fotoğrafı biliyor musun? hani sen ve ben... hani bir yazlık ikindisinde... hani ellerin ellerimle kardeş, teninde şehvetli bir bronzlaşma, birbirimize bakıyoruz... birbirimizin ta içine bakıyoruz işte o fotoğrafı yakmak istiyorum şimdi. hayır yalan söylediğin için değil. hayır başka sarılmalara aceleyle koştuğun için de değil. yakacağım o fotoğrafı, çünkü fark ettim ki sen orada bana bakmıyorsun. işte bu yüzden. bende yaşadığım bir şeye ilk kez zarar verme dürtüsü uyandırdığım için. ilk kez çırılçıplak bir pişmanlık duygusuyla yüz yüze getirdiğin için yakmak istiyorum senden kalan ne varsa. fotoğrafların, gülüşün...

neyse...

hoş geldiniz sevgili eski sevgililerim


                                                                                        Yılmaz ERDOĞAN

10 Aralık 2010 Cuma

1 yıl daha bitiyor...



Aralık ayı başa çıkılması en zor ay bana kalırsa, Kasım'a yüklenen o hüznün bin katı gizli Aralıkta.
Koskoca 1 yılın bitimi sonrası pişmanlıkların baş göstermeye başlaması bir noktada.

bitmek üzere 1 yıl daha.. sahi neler değişti hayatlarımızda?
daha mı kiloluyuz öncekinden, yoksa başarabildik mi 'bir' pazartesi başladığımız diyeti sahiden?
not ortalamamızı düzeltebildik mi, kendimize söz verdiğimiz gibi?
yol verebildik mi sorunlu ilişkimizin baş kahramanı 'psikopat' sevgilimize, peşimizi bırakmadığı halde?
ya da geceleri hala rüyamıza giren 'unutulmaz' aşkımıza dön diyebilme cesaretini bulabildik mi, içimizdeki ses susturmak isterken kalbimizi?
o büyük sevginin ardından, devam edebildik mi hayatımıza kaldığımız noktadan?
sözde yakın olduğumuz ama kendisine katlanamadığımız o 'en yakın' arkadaşla bağları koparabildik mi en sonunda?
ya da en yakınlarımız bize çok mu uzak şu anda?
hayatımıza birden dahil olan ve çok kısa bir zamandır tanıdığımız o kişi, her şeyimiz mi şimdi?
gidebildik mi izlemek istediğimiz bütün filmlerin sinemasına?
bahar geldiğinde çimlere uzanıp seyrettik mi öylece geceyi?
saçımıza yeni bir şekil mi verdik mesela, eskiden bayılarak giydiğimiz o tshirtü şimdi gece yatarken mi giyiyoruz yalnızca?
'hadi' dediklerinde bir çılgınlık yapabildik mi, yoksa 'ne hadi? otur şuraya !' deyip kaçırdık mı bütün hevesleri?
'iyi ki!' lerimiz mi önde yoksa 'keşke'lerimiz mi?
en az 3dilde merhaba, 5 dilde hoşça kal diyecektik hani, becerebildik mi bu hayali?
sevdiklerimize vakit geçmeden onları çok sevdiğimizi söyleyecektik, korkmadan sırf içimizden geldiği için 2 kelime sarf etmeyi denedik mi?
yapmak istediklerimizi gerçekleştirip, sevmediğimiz insanlara dönüşmemeyi başarabildik mi?
sahi gerçekten olmak istediğimiz kişi olabildik mi?
en önemlisi, gerçekten mutlu muyuz şu anda?
her birimizin, bir beklentisi var bu hayattan, o beklentiyi elde edebilmek en büyük arzudur çoğu zaman, çok başarılı olmak kiminin beklentisi, kimininki çok zengin olmak, bazısı gezgin olmak ister , bazısının öyle büyük şeylerde yoktur gözü, aza kanat eder, birileri zengin koca diler, ötekisi aşık olmak için her şeyini feda eder, az sayıda insan cesurdur aramızda, mutlu olmadığı an bırakıp baştan başlamayı seçer ve korkaktır kimileri hayatta ona verilenle idare eder yoktur bir beklentisi.


geçip gitti bir yıl daha, zamanında ' zaman geçmek bilmiyor' derken, şimdi 'ne çabuk geçip gitti koskoca 1yıl' diye hayret etmekteyiz.
çöpe atılmak üzere olan bir takvim için pişmanlıkları düzeltmeye çalışmak haybeye olur elbet ama o duvara asılacak ve dolu dolu 365güne sahip yeni bir takvimimiz varken üzülmeye ne hacet! 
eski yenilgilere yeni zaferler kazanmanın vereceği umutla gülümseyin her şeye, istediğimiz noktada olmasak da şu anda, daha gidilecek yollar bitmedi, görülecek yerler tükenmedi, bu yeni yıl sizin en güzel yılınız olur belki :)





7 Aralık 2010 Salı

bir vardı... bir de baktım yok oldu!



'insan kaybedince anlar sevdiğinin değerini' dedi.
'öyleyse bırak, hep kayıp kalsın' dedim.


ne zaman sevmiştik bu denli birbirimizi? 
başlangıcı tam olarak neredeydi?
ve hangi hareketi yüzünden seçmiştik güvenmeyi?
bu gerçekten gerekli miydi?
'sevmek' fiili yemek yemek gibiydi adeta, en elzem ihtiyaca dönüşüyordu insan hayatında zaman aktıkça..
yaşama sebebine ihtiyaç duyarmışçasına bağlanıyorduk sanki biz birilerine, 'sevmek' istiyorduk delicesine..
oysa kimse sevdirmiyordu kendini kimseye, biz bir kapı aralıyorduk 'sevebilmek' için, bir şans tanıyorduk, birlikte zaman geçiriyorduk, etkilenmek istiyorduk, ve kendimiz yazıp kendimiz oynuyorduk.
hayatlarımıza başkalarını biz dahil ediyorduk! 
her yeni tanıştığımız insanı potansiyel sevgili gözüyle inceliyorduk öncelikle, kimileri 'asla olmaz'a dahil oluyordu ilk dakikada, kimisi 'ilgilensin, açılmadıkça sorun yok' a yazılıyordu biraz zaman sonra, bazıları da 'iyi arkadaş olur bundan' grubuna nail oluyordu, ve birileri 'neden olmasın, hoşmuş aslında' grubunda ipi göğüslüyordu. Eğer son gruba birilerini ekleyebilecek kadar şanslıysak o gece, hemen işe koyuluyorduk sinsice, onunla daha çok sohbet ediyorduk ortamda, sosyal paylaşım sitelerinden ekleniyordu iki insan eve gidince, online olunuyordu bütün çevrim içi sohbetlerde, bir bahane bulunuyor ve tekrar dışarı çıkılıyordu, hayaller kuruluyordu sonraları, başlanıyordu yavaş yavaş sevmeye.

işte sevgiler böyle başlamaktaydı, birilerini istersek seviyor, istersek üstünü çiziyorduk..
elbette bu denli aynıydı terkedilmelerde, kız yakın arkadaşlarının omzunda ağlıyordu, kaybettiğinden midir, yoksa terkedildiğinden mi bilinmez çocuğu büyütüyordu gözünde, hak veriyordu birdenbire, ve kendi hatalarını görüyordu istemese de..
erkek mi? 
o da arkadaşlarıyla zaman geçirmekteydi, kendini içkiye vurmaktaydı, belki ilk sigarasını o kız yüzünden yakmaktaydı.
terkedilen herkes bir melankoliye doğru yol almaktaydı ve içten içe suçlamaktaydı karşı tarafı
'niye girdin ya hayatıma, niye sevdirdin kendini? madem böyle yarımyamalak bırakacaktın neden yaptın ki?'
unutuyorduk insanlara kendimizin 'izin verdiğini'


bazen ayrılan iki insan barışıyordu tekrardan, tabi ki de 'bir' geri dön diyen oluyordu iki kişilik sevmelerde, acı çekmesine rağmen birileri gururunu hiçe sayıp 'gel' diyordu ötekine, seni seviyorum işte! 
ve dönünce eski sevgili geriye, eskisi gibi olmaya başlayınca bir şeyler, 'bu muydu?' deniyordu, madem bu kadar basitti, neden üzüldüm ki o denli?
aşk iktidarı seviyordu işte, köpek gibi koşuyorduk birilerinin peşinden bir müddet, yakalamak istemiyorduk içten içe, yakalayınca ne yapacağımızı bilemiyorduk çünkü..
o yüzden kayıp kalması daha iyiydi, o insan için sonsuza kadar üzülmüyorduk ne de olsa, 'aşkın' bir süresi vardı, 'aşkının peşinde koşmanın' da öyle, bir zaman sonra eski tadı kalmıyordu hiç bir şeyin, ve de unutulup gidiliyordu işte, geriye kalan ise tek bir cümle;

'bir zamanlar nasıl da sevmiştim seni, nedense... '



   la la la...