22 Kasım 2014 Cumartesi

Sezen' den hikayeler : MİNİK SERÇE

… Gece yarısını biraz geçmişti, birden uyandığı geceler olur insanın, o gecelerden biriydi. Kulağına pikapta dönen kırkbeşlik plağın sesi ilişti önce, gözünü açmadan dinledi bir müddet ; 

"bak seni de sarıverdi mutluluk,
zaman durdu, bak işte sonsuzluk.
bir başka dünyanın açıldı sanki kapıları
sevgi seli akıyor şimdi oluk oluk"

İki çift gözün üzerinde dolaştığını hissedince, her zamanki çapkın gülüşü yerleşti yüzüne, hafif sola yatık. 
-Ne bakıyorsun? diye sordu adama gözlerini hafif açıp gülüşünü bozmadan, biraz şımarık. 
-Özledim.  Diye cevap verdi adam, daha da şımartarak. 
Sevişeli çok olmamıştı, işteş çatılı fiilleri severdi, sevişmekte onlardan biriydi. Kökü sevmek derdi hep, fiilin değil, fiilen sevişmenin.

"Bak işte bir minik serçe
lara lala lara li la la
Senin gibi neşe içinde
Lara lala lara li la la"

Adama ait iki yer vardı kadının vücudunda. Biri boynu, ötekisi bel çukuru. Sevişmenin başı ve sonunda boynuna ait oluyordu adam, ortasında ise beline. Uyumayı en sevdiği yer, adamın köprücük kemiğinin üzeriydi. Bir sabah karşılıklı kahve içerlerken mutfakta, -adam çok güzel kahve yapıyordu bu arada, ve asla iki ayrı fincan kullanmaya izin vermiyordu kadın, tek fincandan sırayla içme şartı getirmişti, adamı dudak değdirdiği fincandan bile kıskandığı için-
gözlerini adamın gözlerinin tam içine dikmiş, -adamın gözlerinde kendisini aramaya bayılırdı kadın- şöyle demişti; 

"köprücük kemiğine adımı yazdıracağım, sen öldüğünde ve bedenin toprak olduğunda, benim olduğunu bütün canlılara köprücük kemiğinin üzerinden haykıracağım"

Bazı güzel sözler, insanın başını döndürür ve farkında olmadan tebessüm haline dönüşür. Adamın yukarı kalkan dudağının kenarında oluşan çizgilerde ve hafifçe kapatıp açtığı göz kapaklarında bunu yaşadığını gördü kadın. 
İnsan birine güzel bir şey söylemeyi de deli gibi sevebiliyormuş demek ki diye geçirdi içinden, ve geceden kalma şarkıyı mırıldandı dudakları kadının; 

"Anlaştınız bak hiç konuşmadan
Lara lala lara li la la
Minik serçeyle göz göze geliverince"



20 Kasım 2014 Perşembe

Sezen' den hikayeler : TUTUKLU

Kadın 3 yakın arkadaşı ve bir de arkadaşlarından birinin sevgilisi ile bir balıkçıda içiyordu. İki masa arkadaki küçük çocuğun giydiği, abisinin kendisine bir beden büyük gelen pantolonunun bolluğunda kahkahalar atmasından keyifli bir sohbetin ortalarında olduğu sanılıyordu. En azından dışarıdan öyle gözüküyordu. Oysa acı en güzel kahkahanın ardına gizleniyordu, kimse oraya bakmayı akıl etmiyordu saklambaç oyununda. İki duble içmiş, hafiften çakırkeyif olmuştu. Son günlerde yorgun oluyor ve uyumak için alkole ihtiyaç duyuyordu. Dalga dalga yayılan kahkahasının tam orta yerinde duydu Sezen' i; 

"Ne senden öncesi
ne senden sonrası
ayrılık aman ölümden yaman
geçmiyor zaman"

Filmin en güzel kısmında kesilen elektrik gibi, kesildi kadının kahkahası. En yakın arkadaşına kısa bir an için gözü değdi, anladı arkadaşı gelen fırtınayı, lavaboya gitmeyi önerdi. Masadan kalkarken kopmaya başladı görüntü, ama duyuyordu Sezenin sesini; 

"ben sende tutuklu kaldım
yedi cihan dolandım 
bana mısın demiyor! "

Merdivenlerden çıkarken hakim olamadı kendisine, dalga dalga yayılan kahkahası gitmiş, acısı bastırdığı yerden büyük bir basınçla çıkmış ve ortalığı su basmıştı. Hakim olamıyordu gözyaşlarına, ağladıkça sinirleniyordu kendisine, çünkü ağladıkça bulanık bir pencerenin ardından baktığı dünyada gittikçe daha da küçülüyordu, unufak oluyordu. Sezen ile başlamıştı aşkları, son bakıştaki o gözler akıllarında kalmış ve gözler aşklarının esas konusu olmuştu. Kadın ondan öğrenmişti gözlerin içine bakabilmeyi ve gözlerin ruhun penceresi olduğunu, bakmakla kalmayıp içine girilebileceğini ve orada yaşanabileceğini. Ne de güzeldi birinin gözlerinde yaşamak. 

Ağlamaktan nefessiz kalınca, hıçkırmaya başladı kadın, iki yakın arkadaşına bakıp öyle acıklı bir halde sordu ki soruyu, arkadaşları da yitip giden kendi aşklarıymış gibi ağladılar kadınla birlikte; 
"onu ya hiç unutamazsam?" 

Cevabı yoktu bu sorunun, motive edici yalan dolan cümlelere karnı toktu zaten kadının. Geçecek diyebildi sadece arkadaşları, bitecek. Yüzünü yıkadı, derin bi nefes aldı, aşağı indiler.

"Sakladım gözlerimi
sustum hep sözlerimi
yandım yar közlerimi ahh..
savur savur bitmiyor.."

İki duble daha içti, kahkahalar yüzeye acılar derine inince rahatladı, evine gidip yatağına yattığında uyur uyanık sayıklıyordu hala;

"ya hiç unutamazsam?"






16 Kasım 2014 Pazar

Deliye öyle bakma, ona göre de sen delisin sonuçta!

Çocukluğumdan belliydi şahsına münhasır bir tip olacağım. Oyuncak falan derdim değildi pek, saat hastasıydım, sağlam şeyleri bozup tamir etmeye çalışırdım, bir de şapkayı kafamdan çıkarmazdım. Bir bayram alışverişinde o zamanlar şimdikinden çok daha prestijli bir marka olan Wrangler-Lee ' den, bizim kot dediğimiz şimdinin jeani olanla aynı fiyat bir şapka almıştım, ailemin salak olcak bu çocuk bakışları altında kendinden emin bir şekilde, tek toplu alışverişimizde tercihimi ondan yana kullanmış geri adım atmamıştım. 6-7 yaşlarındaydım, bir sene kadar hiç çıkarmadım o şapkayı, nubuk gibi bir şapka olduğu için yazları şımşırık olurdu kafam ama aldırış etmezdim. Çocukken insan daha tutkulu seviyor, ayağına vursa bile sevdiği ayakkabıdan vazgeçmiyor mesela. Hala severim şapka takmayı bu arada, kafam yumurta biçiminde olduğundan (annem öyle söyler) cuk oturuyor çoğunlukla.

Her neyse kalemi elime almamın nedeni size çocukluk hikayelerimi anlatmak değil, şahsıma münhasırlığımı göstermek. Normalde pazarları uyumayı seçer insanlar, bense erken kalkmayı severim. Pijamamla markete inmeyi (bu da çocukluktan kalmadır), hava soğuksa bir atkı dolayıp boynuma, bir de ceket geçirip sırta, hop tamamız. Aslında evin altında bir kahveci olsa, kahve almaya inmeyi de isterdim. Öyle palas pandıras iner, her zamankinden alır, biraz yürür, birkaç gazete ve dergi alır dönerdim. Kahvaltıya pek düşkün değilim, kalabalık olmadıkça geniş kahvaltıda yapılmıyor zaten, yapılırsa da şizofrenik bulurum bu durumu. Ben, kendim ve öteki takılacak olsak, çay koymak mecburiyetinde de hep ben kalırım işime gelmez zaten.

Çocukken hep kendimce şarkı uydururdum ben, şimdi de sanki hayatım bir filmmiş gibi geliyor, sufle veriyorum kendime sürekli, insanlara altyazılar geçiyorum. Dublajı bir sevemedim gitti, zaten samimi gelmeyen hiçbir şeyi sevemedim ben, hep çok samimi yaklaştım, hep kendilerinden bildi insanlar. Oysa konunun sizinle hiç ilgisi yoktu, uzun metraj bir filmin kısa süreli figüranlarıydınız siz, kendinizi fazla ciddiye aldınız.

Ne diyorduk, ha evet market. Damacana suları sevmem mesela, şişeden içmek isterim, kolayı da teneke kutuda tercih ederim. Belki gözüme hoş geldiğinden, belki de tek başıma 10 litre suyu içemeyecek olduğumdan. Litrelik kolalar hep ziyan oluyor zira.

Tek kişi de olamadım mesela hiç, 11 yaşımdaydım kaç kişiyiz aslında diye sorgulamaya başladığımda. 15' te de Tanrı'yı sorgularken buldum kendimi. Bakmasana öyle, seninki beni de bunun için yollamıştır belki, öyle düşün. Ya da ne istersen onu düşün, bana ne!

Çok yakın arkadaşı oldum kendimin hep, zaten insana kendinden yakın kimse olmuyormuş. Bir arkadaşımın benim acı çekmemden mutlu olduğunu gördüğümde, keskin bir doğrulama aldı bu görüşüm kendi nezdimde. Ve herkesin aslında aynı duyguda olduğunu farkettiğimde arkadaşımı bağışladım. İnsan mutluluktan gebermiyorsa, kimsenin güzel haberine sevinmiyor, aksine birileri mutsuz olsun da destek olalım birbirimize istiyor. Kulüp kurar, halay çekerler belki bir arada olurlarsa.

Kalıpları da sevemedim hiç, içimdeki çoşkuyu çevremdekilerin bastırması hoşuma gitmedi, kabul de etmedim zaten. Ne geldiyse içimden onu yaşadım. Hem sana ne be benim hayatımdan, önüne baksana sen!

Ama sevdiğim şeyler de oldu tabii. Okumayı sevdim mesela, izlemeyi bir de. Karaktere fazla girdim, tutkum karıştı işin içine, zor çıktım bazı hikayelerden. Ama mahkum kalmadım tek hayata, çok değişik hayatlarım oldu bu sayede. Pek mutlu sonum yok ama olsun, nasılsa başka hikayeler bulurum kendime. Arkadaşlarımı da çok sevdim mesela, baya ama canımdan parçaymış gibi sevdim, az kişiydiler zaten. Mutlu olmalarını istedim hep, hepsi gittiler. Film bitince ne kadar oturabilirsin ki zaten salonda? Kimi kızdı bana, kimi küstü, kimi değiştiğimi düşündü sevmez oldu beni. Oysa ne saçma, dünya değişirken insan nasıl aynı kalsın! Düpedüz gerilik olurdu bu. Sevgililerim oldu sayıca pek birşeye benzeyemediler ama onları da çok sevdim, kurşunun önüne atlarsın ya hani o ölmesin diye, trajediye kurban gidersin filmin sonunda, o şekilde sevdim. Korkarsın yani, ben korktum en azından, bıraktım o işi. Sevme işi dikiş tutmadı bende anlayacağın.

Tüm bunlardan sonra, normal olmadığıma karar verdim, bir gün Charles Adams amcanın sözünü okudum bir yerde, rahatladım baya. Şöyle demiş evvel zaman içinde ;

"Normal is an illusion. What is normal for the spider is chaos for the fly."

Yanisi, sana normal olan bana felaket.
Çok da takma canısı!