-Yenisini getireyim mi ağabey?..Eren ağabey heyy, yenisini diyorum getireyim mi?
Her geçen gün yaşadığı en güzel zamanların gerçekliğini kaybetmeye başlaması ile süreklilik hali kazanmıştı Eren’in içme alışkanlığı. Hatırlamak için alkole ihtiyacı vardı. Yakınlarda olan bir ocakbaşının müdavimiydi, haftanın altı günü gider, tek başına bazen bir yetmişlik içer, bazen otuzbeşlik yeterli gelirdi. Rakı , uğruna bir içilen varsa son derece hüzünlü ve kederli bir içki olurdu. Oysa geçmiş zamanlarda bol kahkahalara ve öpücüklere sebebiyet verdiğini biliyordu, rakının bu dönüşümü onun acısını ikiye katlıyordu.
Anılarındaki yolculuğundan alıkoyulmanın verdiği öfke ile cevap vermişti Osman’a. Halbuki severdi bu çocuğu, temiz ve iyi yürekli bir çocuk olduğu belliydi, bir de acıklı bir hikayesi varmış gibi gelirdi ona hep, gözünün tam kenarında ki ışıltı böyle düşünmesine sebep olurdu. Ama hiç sormadı Osman’a hikayesini.
Bu ocakbaşı ve Osman ona Ada’ dan yadigardı, ilk kez Ada getirmişti onu buraya. Ve rakıyı ince uzun bardak da değil de, çay bardağında içmeyi öğretmişti, akşamüzeri rakısı derdi, en keyifli olanıdır. Gecenin hüznü çökmeden ve günün koşturmacası bitmemişken, oturacaksın köşeye, bakacaksın ordan oraya koşturan insanlara, rakıya hakkını vereceksin adam! Ada’nın sesi kulaklarında çınladı Eren’in, adam diyişindeki vurguyu hatırladı. Önce gülümsedi sonra hüzün çöktü dudaklarına.
Ada’ nın rakı sevecek bir kadın olabileceğini hiç düşünmemişti Eren, tanıştıkları barda, hep şarap içerken görmüş olmasından dolayı ‘senin sadece şarap içen kadınlardan olduğunu sandım’ demişti ilk rakı içmelerinde. Adına uygun bir karaktere sahipti Ada, gitmek için vapura binmek ve yolculuk yapmak gerekiyordu, tek başına ve heybetli duruyordu, bazı kadınların tuhaf bir meydan okuyan havası vardır başları dik göklere savaş açacakmış gibi bir duruşları, Ada o kadınlardandı. Sonsuza dek yaşanabilecek ve yanına üç şey almanı bile gerektirmeyecek bir ada kadar renkli ve sevgi doluydu. “Sadece kendin olarak gel” diyen şefkat dolu gözlere sahipti. Öyle hemen başlamamıştı ilişkileri Eren’le. Önce birbirlerini bir barda görmüşler, sonra ikisi de birbirini tekrar görmek için o bara gitmeye başlamışlardı. Gözlerin sürekli karşılaşmasını, tebessüme dayalı selamlaşmalar, selamlaşmaları da sonunda tanışma izlemişti . Sanki uzun senelerden beri birbirlerini tanıyormuşlar gibi, birbirlerinin sözlerini istemsiz tamamlamışlar ve ilk karşılaşmalarında bir içkiyle başlayan sohbet gün ışıyana dek sürmüştü.
Yakışıklı adamsın demişti Ada, konuşma esnasında hiç beklenmedik bir anda. Eren’in ne diyeceğini bilemediğini farkedince eklemişti; insanlar güzel laflara alışık değiller, sevilmeyi ve beğenilmeyi hem istiyorlar hem de ansızın sevilip beğenildiklerini görünce utangaçlaşıyorlar. Oysa sen de biliyorsun yakışıklı olduğunu, beğeniyorsun kendini gülerken gözlerini kısışından belli bu. Teşekkür etsen kafi böyle durumlarda, bu seni aklı başında ve efendi gösterir. Şuradan haşlanmış mısır alalım mı?
Eren en çok Ada’ nın konuşurken beklenmedik bir rüzgara kapılmış da savrulup gidiyormuş gibi konudan konuya atlamalarını severdi… Hep böyle yapardı, Eren derin derin bir şey anlatırken durur; ne müthiş adamsın derdi, şu an seni nasıl öpesim geldi, ne çok seviyorum seni bir bilsen!
Başarılı adamdı Eren, hayatında her şey belli olan tiplerdendi hani şu kahve makinası olup sabahları duştan sonra kahve içecek kadar organize olanlardan, Ada ise dağınıktı, kaosun hayatımıza gerekli olduğunu savunur, düzen bizi robotlaştırıyor diye çıkışırdı, kıyafetlerini hep fırlatır, Eren de yapmasana şöyle, bulamıyorsun sonra, diye kızardı. Ada da kızsın diye fırlatırdı aslında, Eren hiç bilemedi bunu. Adama kızmayı bile yakıştırıyordu Ada, ve adam hiç kıyamadığından çok nadir kızıyordu Ada’ ya.
Çalışmayı sevmesine kızıyordu Ada, benim vaktimden çalıyorsun küçük bey şu an diye çıkışıyordu eve iş getirdiğinde. Ama çalışırken seyretmeyi de seviyordu Eren’i. Koltukta kitap okurken, kafasını her çevirdiğinde onu orada bulmak içini huzurla dolduruyordu Ada’ nın.
Bir gün Eren iş yüzünden çok bunalmışken dinletmişti ilk kez şarkıyı Ada, Eren’in daha önce dinlememiş olmasına şaşırarak, giriş kısmını söylemişti Eren’ e;
“Gülümse hadi gülümse
bulutlar gitsin
yoksa ben nasıl yenilenirim
hadi gülümse!”
Seviyorum ulan! Yemişim işini, bırak ben sana bakarım az kazanır çok güler kendi dünyamızda mutlu oluruz, hem mutluluk için büyük şeyler gerektiği nerede görülmüş. “ diye de eklemişti. Eren bu çocuksu tavır karşısında gerçekten gülümsemiş, kocaman sarılmış ve çalışmaya devam etmişti. Şimdi her şeyini vermeye hazırdı bu anı tekrar yaşamak için, işini evini arabasını sahip olduğu ne varsa hepsini. Kaybedilen her şeyin yerine yenisi konulabiliyordu da, bir tek zaman geri kazanılamıyordu işte.
Gidelim diye çok ısrar ediyordu Ada, kendimize küçük bir hayat kurarız, biraz borçlanır ufak bir yer açarız, sonra da yaşar gideriz işte, sevmiyor musun beni ulan yetmiyor muyum sana? Tuzu kurulukla suçluyordu Eren Ada’yı, babadan torpillilerdensin demişti bir keresinde, hayatta kalmak için para kazanmaya ihtiyacın olmadığından kolay geliyor sana. Ailesinin durumu iyiydi Ada’ nın, ama Ada hayatta çok şeye sahip olma hırsında değildi, yaşıyoruz işte, karnımızı doyuracak yiyeceklerimiz, demlenmek için içkimiz, pek keyifle içtiğimiz sigaramız, üzerimizi örten kıyafetlerimiz de var, yetmez mi bu ne gerek var fazlasına derdi. Eren’ in suçlamasına kızmamış, anlayışlı yaklaşmış, e tamam işte ihtiyacımız yok ki fazla paraya gel gidelim dünyayı gezeriz, küçük işlerde çalışır ne yapacağımıza karar veririz, demişti.
İçinde şimdiye dek hiç olmadığı kadar çok gitme isteği vardı Eren’in, sanki Ada’ yı bulma umudu barındırıyordu gitmek. Zaten bu şekilde fazla kalamayacağını her geçen gün anlıyordu. Kendisini tüketirse tekrardan var olabileceğine inanmıştı bir kere ve Ada gittiğinden beri tüm çabası tükenmek içindi. Evlerinde zaman geçirmeye hem dayanamıyor, hem de ev Ada demek olduğundan vazgeçemiyordu. Şarap kadehini kaldırmamıştı pencerenin kenarından, rujunun belli belirsiz izi duruyordu hala, bir teki salonda öteki teki yatak odasında olan çorabının yerini değiştirmemişti, pijamasını yatağın üzerine gelişigüzel fırlattığından kanepede uyuyordu son bir aydır, hem yatak bozulmasın pijamasının yeri kaymasın diye, hem de kokusunu duyarım dizlerimin bağı çözülür kolum kanadım kırılır sabaha uyanamam diye. Her sabah iki kişilik hazırlamaya devam ettiği kahvaltıda Ada’ya da bir servis koyuyor, bugünde yemedin çok iştahsızsın diye sitem ediyordu. Sanki her an kapıdan girecekmiş de, gazeteyi mutfak masasına bırakacak, Eren’in yanağından bir nefes çekerek öpecek ve Eren’in ona hazırladığı kahveden bir yudum alıp yumurtasını yiyecekmiş gibi geliyordu Eren’ e. Bu yüzden ya gelirse diye her sabah onun hakkını ayırmaya devam ediyordu.
Kendisini suçlamadığı tek bir gün bile yoktu, insan hayatta kaldığı için acı çekebiliyordu, ve kendini öldürmek göründüğü kadar kolay olmuyordu. Bir ay önce o sabah, onun beş dakika daha uyumasına izin vermediği için suçluydu, o sabah kahveyi duştan önce hazırladığı için suçluydu, Ada ona kur yaparken işe geç kalıyorum diyip sevişmeye izin vermediği için suçluydu, kapıdan çıkarken onu öpecek zamanı olmadığı için suçluydu, son derece disipline karakteri Ada’nın katiliydi işte. O sabah onu trafiğe takılma riskini göze alamayıp bırakmadığı için suçluydu! Ada’ ya çarpan arabanın şoförünün o gün şanslı olup üç yeşil ışıktan ard arda geçmesi bile, haberi olsa kendisinin hatasıymış gibi gelirdi gözüne. Ada’nın asansörü beklemeyip merdivenden inmesi, havanın güzel olmasından ötürü bisiklete binmeyi tercih etmesi, kısa mesafe gideceği için evde unuttuğu kaskını geri dönüp almayışı, kazaya sebep olan bütün küçük ayrıntılar, resmi birleştiren parçalar Eren’in suçuydu, kendisini affedemiyor, ölümün bu soğuk yakıcılığını kabullenemiyor, Ada’nın evin kapısını bir daha asla açmayacağını, müziği son ses açıp dans etmeyeceğini, ona “Adam!” diye seslenmeyeceğini, rakıyı çay bardağında içip, “hayde tokuştur” diye gülümsemeyeceğini, Ocakbaşı’ndan Beyoğlu’na adım attıklarında ver bi öpücük diye dünyanın en güzel borcunu bir daha istemeyeceğini her düşündüğünde, kafası inanılmaz ağırlaşıyor ve yığılıp kalacak gibi hissediyordu.
Ona kalan tek şey, her akşam, gecenin sonuna gelindiğinde ve Eren yeteri kadar sarhoş olup eve girebilme cesareti bulduğunda mekan kapanırken yinelenen şarkıydı;