25 Aralık 2016 Pazar

B E N - S İ Z

Duymuyorlar.. 
Okumuyorlar.. 
Anlamıyorlar.. 

Sözcükler mi bitti, yoksa ben mi anlatamıyorum bilmiyorum. Bir fotoğraf yüzlerce hatta binlerce kişi tarafından beğenilebilirken yazılan bir yazı, anlatılmak istenen bir duygu kolayca gözardı edilebiliyor. 
Zamanımız mı kalmadı artık okumak için? Yoksa algılarımız mı kapandı? Nasıl böyle "yüzeyselleştik" ? 

Sizi bilmiyorum, ama ben hayattan anlamlı şeyler bekliyorum; Yaşadığım her şeyin değerli olmasını, başladığım her günün anlamlı bitmesini istiyorum. Hayatım matematiksel olarak yaşadığım gün sayısından değil, biriktirdiğim güzel anlar ve kıymetli insanlardan oluşsun istiyorum. Ama söz geçirmez boş insanları gördükçe, yeni insan tanımaktan kaçıyor, var olanların sığlığını gördükçe elimdekilerden uzaklaşıyorum. 

Sizi bilmiyorum, ama ben nefret ediyorum; kendini geliştirmeyen, okumayan, düşünmeyen, fikrini dile getirmekten çekinen, tartışmak nedir bilmeden kavgacı yaklaşan, tek derdi dış görünüşü olan, girdiği her ortamda tek amacı yalnızlığını bastırma çabası olan, içi boş ve kof, hayatı sorgulamayan, kafasını kabuğundan başım ezilir diye çıkarmayan, ona dokunmayan yılanın bin yıl yaşayıp binbir kez başkasını sokmasına ses etmeyen, her şeyi kendisi gibi basitleştiren herkesten, her şeyden, nefret ediyorum. 

Sizi bilmiyorum, ama ben rahatsız oluyorum; ülkemde yaşanan olaylardan, gündemi hiç takip etmeyen insanlardan, okuduğu her bilgiyi hiç araştırmadan ezberleyip savunanlardan, twitter' a youtube' a VPN ile girmekten, gazetelere atılan yalan manşetlerden, özgür düşünememekten, düşündüğümü sessiz söylemekten, hatta düşünmeye bile korkar hale gelmekten, korku içinde yaşamaktan, azınlık olmaktan ve bunun hiçbir değeri olmayışından, cahilden korkuşumdan ve cahil kadar cesaretli olamayışımdan, yabancı arkadaşlarıma güzelim ülkemi artık o kadar da güzel anlatamayışımdan, Mustafa Kemal' in çocuğu olmaktan gurur duyarken artık onun evlatlarını göremeyişimden çok rahatsız oluyorum. 

Sizi bilmiyorum, ama ben gün geçtikçe hem daha umutsuz oluyorum, hem daha mutsuz. Gün geçtikçe artan bir gitme isteği duyuyorum, ve gitmek istemiyorum. Paylaşamadığımız ne var diye düşündükçe, anlatamadıklarımızı hatırlıyorum. Anlamayışınızı hatırlıyorum. İçimde kalan küçücük bir umutla, ve her sabah daha da artan tedirginlikle, sebepler arıyorum kendimi ikna edebilmek için. 

Sizi bilmiyorum, ama inanın bilmeyi çok istiyorum. Keşke bu denli yüzeysel olmaktan, menfaatleriniz uğruna bırakın ananızı, babanızı satmayı karınızı vermekten vazgeçebilseniz. Keşke daha duyarlı hareket edip biraz okusanız, anlamaya çalışsanız. Keşke anlatsanız. Keşke anlayabilsem. 

Sizi bilmiyorum, ama ben düşüncesi olmayan, duyarsızlaşan hiçbir kimseyi yanımda istemiyorum. 
Sizi bilmiyorum ama kendimi anlatıyorum işte, uzak durun benden. Düşünmekten bile aciz olan beyinlerinizi, zayıf karakterlerinizi, ne aradığını bilmeden oradan oraya sürüklenen bedeninizi, değersiz hayatlarınızı istemiyorum. 

Sizi bilmiyorum, ama dünyalarımızın çok farklı olduğunu adım gibi biliyorum. Ve kendi dünyamdan insanları istiyorum yalnızca. Evet, doğru duydunuz, sizleri istemiyorum. Hayatıma değer katacak olan, içinde iyilik ve bilgelik bulunan insanlara var sadece yerim. 

Sizleri, size bırakıyorum, her şeyden bir haber olmaya, yaşadığınız hayattan memnun kalmaya devam edin, ancak şunu da bilin; sizin varlığınızı da artık "BEN" kabul etmiyorum! 

20 Aralık 2016 Salı

K A H R A M A N L A R

Bilinçsizce dalıp izlediği şehir ışıklarını, hastane penceresinin camında birdenbire kendisini görünce farketti. Kaç dakikadır böyle duruyordu, çenesinin altına koyduğu eli ve pencere pervazına dayadığı dirseğinin acıdığını hissetti. Hastane odasına yavaşça bir göz gezdirdi, ne kadar zevksiz ve ne yaşama isteğini öldürücü diye düşündü. İnsanların kapısında umut beklediği yere, yaşamak isteği aşılamak ne kadar doğru olurdu bilmiyordu, hele ki umudunu yitiren onca insanı görmüşken, ama yine de hayatın bir tutam canlılığı ona ve onun gibilere iyi gelebilirdi şu an.

Sahi insan ne zaman umut eder oluyordu, ne zaman çaresiz kalıyor, ne zaman kendisini güçsüz hissediyordu? Yaşamanın ironisi ölümdür derdi çok sevdiği biri. İnsan kabullenmeli ve hiçbir şey kalmamalı içinde öldüğünde. 

Ölümü hiçbir zaman hesaba katmadan mı yaşıyoruz gerçekten diye düşündü, bomboş caddeyi aydınlatan sokak lambasına bakarken. İnsanları ışığa benzetirdi, doğru açıda tutarsan her şeye yetecek kadar ışık verebilecek olan, yanlış açıda bırakırsan kendini bile aydınlatamayan. 

Hastane yatağında yatan babasının derin soluk alışverişlerini dinlerken, -bu sesi bir daha hiç duyamamaktan korktu bir anda- çocuklar nasıl hep çocuk kalıyorsa, anne-babalarda hiç yaşlanmıyorlar işte diye düşündü. Türkiye de anne-baba olmanın gerçekte olduğundan daha zor olduğunu savunurdu hep, ipoteklenmiş hayatlar der; kişilerin çocukları olduktan sonra kendi hayatlarını yaşamayı bıraktığını, anne ve babaya dönüştüklerini bu sebeple de çocukların onları birey olarak algılayamadığını ve bir kahramanmış gibi sadece "anne ve baba" olarak kaldıklarını söylerdi. Ve bir kahramanın "hasta olma, ya da terkedip gitme" gibi bir durumu söz konusu olamazdı. 
Bu kahramanlar hep çok çalışmak ve minik insanlarına güzel bir gelecek kurmak ve iyi bir hayat bırakmak zorundaydı. Süper güçleri, asla pes etmeyen ya da yılmayan güçlü karakterleriydi. 
Bir evi geçindirmenin zorluğunu yahut tatile gitmenin bedelini, artık eskidiği için yerlerine alınması gereken yeni kıyafetleri, ödenmesi gereken okul ve ev taksitlerini, en son iki sene önce alındığı için artık değişmesi gereken teknolojik aletleri kısacası bütün bir hayatı çekip çevirmenin zorluğunu, kahraman olmadan anlamanın yolu yoktu. Bu yüzden çocuk bir kahraman olana dek, kendi kahramanlarının asla yenilmeyeceğine inanıyordu. 

Ve daha kahraman olmamış bir çocuk olarak, birden bire bir kahramana dönüşmesi gerektiğini, yatakta yatan kendi yorgun kahramanına bakarken daha iyi anlıyordu. Her çocuğun büyümek zorunda olduğu bir an gelir, bu da onlardan biriydi. Güçlü olma ve güç verme sırası ona gelmişti. 
Sayısız insan tanıyordu insan, her yaştan. Her biri kendine has bireylerdi; çalışan-çalışmayan, evli-bekar, komik-sıkıcı, eğitimli-eğitimsiz, akıllı-salak, yakışıklı-güzel-çirkin, tonla değerlendirmeye tabii tutuyordu. Fakat anne-babalar öyle değildi işte, ne cinsiyetleri vardı ne yaşları, ne de yaşayışları. Sanki hakları yoktu ebeveynlik dışında hiçbir şeye. Oysa kendisi hiç böyle düşünmemişti, çoğu insanın aksine o kendi kahramanlarının özgür ve anlamlı hayatlar yaşamasını istiyordu. Şimdi en büyük korkusu ise yaşanmamış onca şeyi geride bırakıp gitmesiydi kahramanının. Kendi dünyasından açılan küçük pencereleri büyütecek, kahramanına artık sadece kendi yaşamı için savaş vermeyi öğretecekti. Dünyayı gezdirecek, tadılacak onca güzel şeyi tattıracak, kulağına dünyanın en güzel ezgilerini çaldıracaktı. Pes etmemek için bundan daha değerli bir neden yoktu, kendi hayatlarını fark etmelerinden daha mühim hiçbir şey olamazdı. 

Eşi benzeri olmayan bir sevgiyle bağlı olduğu babasının öksürmesiyle daldığı düşüncelerden uyandı. Kendi çocuğuna bakarmış gibi kalbinin tam orta yerinde yoğun bir merhamet duygusu hissetti. Ve birileri elini göğüs kafesine sokmuşta ortadan ikiye ayırıyormuşçasına bir acı duydu, hemen ardından müthiş bir endişe; kahramanını yaşayacak onca güzel şey varken kaybetme ihtimalinin verdiği.

Önce kendini sakinleştirdi, sonra kalktı babasını yatıştırdı. Bütün gücünü ve inancını elleriyle, onun da hissetmesini sağladı. 
Artık o da bir kahramandı. . .