15 Mart 2015 Pazar

Perfect Sense

Hiç duyularımızı yavaş yavaş kaybetseydik hayat neye benzerdi diye düşündünüz mü?

Önce koklamayı yitirseydik, yağmur öncesi toprak kokusunu alamasaydık bir daha, ya da bahar geldiğinde açan çiçeklerin kokusu, ya sevdiklerimizin boyunlarındaki parfüm kokusu, ya tenlerinin kokusu, sevdiğimiz yemeklerin kokusunu yitirseydik, hepsi ama hepsi gitseydi.. Kokular beynin hafıza bölümüne çok yakın olduğu için anılarımız da yiterdi yavaşça. Bir kolonya kokusu beni ilkokul sıralarına götürmezdi, annemin kokusu çocukluğuma döndürmezdi, tanımadığım bir adamın burnuma çalınan kokusu büyük aşkımı anımsamama neden olmazdı. Sonuncusu belki iyi olabilirdi gerçi ama yine de ben çok sevdiğim koklamak duyusundan vazgeçemezdim. Sevdiklerimi koklayarak öptüğümdendir belki, belki de bilinçdışı başka sebeplerden kim bilir..

Peki ya sonra tat alma duyumuz yokluğa karışsaydı? Yediğimiz yemeklerin hepsi aynı olsaydı, sanırım hayatta kalmak için yemek yerdik tat alamasaydık. Bir düşünsenize içtiğimiz kaliteli şarapların bir önemi yok artık, ne içsek aynı çünkü ya da et, sebze, baklagil tüketmenin manası yok, -vücut sağlığını gözardı edersek tabii- hepsi aynı lezzette, kuru ekmek de yesek aynı. Bu mantıkta biriyle tanışmıştım seneler önce, bu mantığa da karşı çıkmıştım "ne demek hayatta kalmak için yiyorum! " diyerekten, kendisi hala aynı görüşte olduğundan sabah ve öğlenlerini iki dilim ekmek arasına koyduğu peyniri mikrodalga fırında ısıtıp yiyerek devam etmekte. Bense hala karın doyurmaktan daha önemli olanın lezzet ve sunum olduğuna inanmaktayım. Zira tat duyumu kaybetseydim, yine de restoranlarda yemek yemekten vazgeçmezdim. Yemek işi sanattır, ve bazı yemekler şiirseldir bayım, siz ister inanın ister inanmayın :) Kötü yanı herhalde anılardan vazgeçmek olurdu yine çünkü tat alma duyumuz da hafızaya çok yakın, bu yüzden yediğimiz şeyler bazen bize zamanda yolculuk yaptırabiliyor. Mesela ben çilek-karamel ve çikolata üçlüsünden oluşan dondurma yediğimde Aydının yaza çalan bahar günlerine giderim.

Ardından işitme duyumuzu yitirseydik, kocaman bir hiçlik. Artık müzik yok, Nietzsche sağır olsaydı acaba yine de savunur muydu 'müziksiz bir hayatın hata' olduğunu? Ane Brun yok, Ella Fitzgerald yok, Frank Sinatra yok, Sting yok, Chava yok, Mazhar, Ortaçgil, Birsen Tezer, Zeki Müren, Müzeyyen abla ve  aman Allahım Sezen yok! Sonuncusu beni diri diri mezara koymak gibi bir şey. Bunun yanında insanların sesleri yok, düşünsenize kadife sesli bir adam tanımışsınız ama sesinden haberiniz yok. Tonlamalar gitmiş, mimiklere gerek duyulmaz olmuş, elde olmadan kalın çıkan ya da incelen sesler yok. Haluk Bilginer' in o bilgelik kokan ses tonu artık yok. Bütün hayatınız bir düzyazıya dönmüş.

Takdir edersiniz, sıra geldi görme duyusuna. Ya sonsuz bir karanlığa bürünseydik, üstelik koku alamıyor, tat alamıyor ve duyamıyorken. Artık mevsimler yok, güneş ay yıldızlar, hiç bir tabiat olayı yok artık. evlerin şekilleri, dekorlar önemli değil. Irkçılık da yok, çünkü ten rengi yok, izlenecek filmler yok. Arabaların görünüşlerinin hiç bir değeri yok, ve kıyafetlerimizin. Ne giydiğimizin önemi yok, sonuçta hep birlikte kör olduk değil mi? Ben sanırım en çok yıldızların alınmasına kızardım, acaba onların görüntüsünü ölünceye dek zihnimde saklayabilir miydim? Ömür boyu aşkını unutmayan insan var, sanırım ben de yıldızlarımı hatırlayabilirdim.

Ve son olarak, dokunma duyumuzu yitirseydik. İşte şimdi yaşamı komple elimizden almış olurlardı. Çünkü dokunduğumuzu hissedemediğimizi düşünsenize, gözyaşımızı hissetmiyoruz, kitabı, çiçeği, insanı en önemlisi sevgi ve aşkı hissetmiyoruz. Ömür boyu uyuşmuş el-kol düşünün, yürüdüğünüz yolu hissetmediğinizi, baygınlık öncesi olduğu gibi. Dünya bomboş ve karanlık. Artık yaşamın değeri yok, çünkü bütün duyularımız öldü, biz bile varlığımızı birbirimize kanıtlayamayacak haldeyiz.

Bu duyuların kaçına sahip olmasaydınız yaşayabilirdiniz ?  Ya da sorsalardı hangilerini feda edebilirdiniz ?
Zor soru değil mi, bence de öyle. .
İyisi mi, sahip olduklarınızın kıymetini biliniz..

11 Mart 2015 Çarşamba

ÜVERCİNKA


Cemal Süreya ilk evliliğini ortaokul aşkı Seniha ile yapar, birbirlerine 'gibisi olmayan adam' ve 'gibisi olmayan yar' diye seslenirler. Yani kimse onlar gibi olamaz, kimse Cemal'e yahut Seniha' ya benzeyemez. Öyle sevmektedirler birbirlerini, arkadaşlarına yolladıkları mektuplara bir cümle Cemal yazarken öteki cümleyi Seniha ekler, her şey ortaktır onlar için. Zaman geçer, evlilikleri umdukları gibi gitmez olur, arkadaşı Hasan Basri' ye bir mektup yazar başım dertte diye yakınır ve onu Eskişehir' e çağırır. Cemal burada memurluk yapmaktadır, Hasan Basri arkadaşına ne olduğunu merak eder ve atlar gelir. Bıçak açmaz ağzını Cemalin, sanki mektubu yazan o değilmiş gibi derdinden bahsetmez, Basri de soramaz. Derken Hasan Basri' nin gideceği gün Cemal onu iş yerine götürür, ve az ötede duran sarışın bir kızı gösterir..

Kimsenin ne adını bildiği ne yüzünü gördüğü genç kızla tutkulu bir aşk yaşadığı rivayet edilir Cemal' in, soyadındaki y harfini kaybetmesi de bu kızla tutuştuğu bir iddiayı kaybetmesi sonucu gerçekleşir ve ömür boyu kıza olan aşkının sembolü olarak tek y harfi ile dolaşır Cemal. Kız üniversiteye hazırlanmaktadır ve geçici olarak dairede çalışmaktadır, tanışmaları bu vesile ile gerçekleşir. Bu sırada Cemalin karısı hamiledir, doğrusu nedir bilinmez ancak bir rivayet der ki kız terketmiştir Cemali, öteki der ki Cemal bırakmıştır kızı bir Ağustos akşamı ve demiştir ki; "Acıların adını, Ağustos koymalılar.."

İlişkileri bittikten sonra kız İstanbula üniversiteye gider, ikili birkaç kez orada da görüşür. Cemal ise kendisine şöhreti getiren şiiri kaleme alır; Üvercinka' sını satırlara anlatır. 1956 yılında Hasan Basri de şiirin yayınlanması ile anlar Cemalin başındaki derdi böylelikle.

Denilen o ki, hiç unutmaz Üvercinka' yı Süreya, hep taşır yüreğinde, yaşadığı müddetçe de takip eder gizliden, bilgi alır onunla ilgili. Ve bir röportajında Üvercinka' yı sorduklarında ona, o da bana özel der.


Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu
kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse
değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil


Bazı şiirlerin okunmadan evvel hikayesi bilinmelidir, yoksa bir şeyler hep yarım kalır. Yazana ve yazdırana saygılarımla..




4 Mart 2015 Çarşamba

Sobe


Kalabalık içlerinde, 
yalnızlık kocaman olmuş içlerinde.
Yorgunsun aslında sen de.
Kesiliyor nefesin birdenbire
Kaçıp gitmek istiyorsun 
Kendini bırakamıyor insan,
Unutamıyor bir çay bahçesinde
Ya da çamaşır makinesinin içinde
Kaçtıkça kendine yakalanıyor
Sen ebe oluyorsun
Dunyanın kalanı 
Sobe