"Elbet acı duyar
Tomurcuklar açarken
Acı duyar,
Büyürken her şey zorlanır"
Her sene olduğu gibi, bu sene de düşen takvim yaprakları benim ömrüme artı bir olarak ek oldu. Hayatıma girenler/çıkanlar, tanıştığım yeni insanlar, kurduğum yeni dostluklar, yeni bir şehir- beni kendisine hayran bırakan-, daha önce gitmediğim ülkeler, ve farklı milletten insanlar oldu hayatımda bu geçtiğimiz bir senede.
Büyümek kimse için kolay değil biliyorum, benim içinde kolay olmadı, ordan bakınca kolaymış gibi dursa da- her şeyi biliyormuş gibi yapmanında bir bedeli var malum-.
Ben kendi değişimini gözlemleyen insanlardanım, hayatı sorgulayan, gözlerini kocaman açan ve yaşamın her ayrıntısını görmeye çalışan. Kendi değerlerini inşaa eden, kendisine kırmızı çizgiler koyan, sınırları olan kendi hayatı için, ve hayat konusunda sınır tanımayan, yaşamayı gerçekten çok seven biriyim. Şanslı olduğumu hep düşündüm, ama bugünlerde daha da eminim şanslı olduğuma.
Atatürkçü bir ailem var, bana sevgisini ve güvenini vermekten hiçbir zaman çekinmeyen bir ailem var. Anne- Baba, Anneanne- Dede, iyi ki varsınız. Benim yetiştiriliş tarzımdan farklı büyütülmüş insanlarla tanıştıkça, bazen kendimin daha çok insan olduğunu gördüm, düşünce tarzım, cesaretim, korkusuzluğumu bana ailem kazandırdı. Yaşamımda kalite aramayı annemden öğrendim, dürüst ve ahlaklı olmayı ise babamdan, doğru bildiğimi söylemeyi ablamdan, adab-ı muaşereti dedem öğretti, gerektiğinde boş vermem gerektiğini ise anneannem. Hepsinden önemlisi, ailem bana vicdanı ve merhameti öğretti. Aldığım bütün yolların taşlarında onlardan izler var, ve hep olacak.
Bir insanı canın kadar sevmeyi, Zuzudan öğrendim. Bir insanın yüreğinin tertemiz olabileceğini, kirpiklerin de naif olabileceğini, kendinden başkalarını da düşünmeyi ve bunun beni de mutlu ettiğini onunla öğrendim. Sadece bu kadar değil tabi ki, hayat dalgalı bir deniz, ve insanlar limanımız, kıyılarımız. İnsanlara liman olmayı, kıyılarında huzur bulmayı, kaygılardan arınmayı, kendinden çok başkasını öne koymayı ve yazmakla anlatılmayacak kadar değerli anıyı, Zuzu sayesinde öğrendim.
Yeni insanlarım da oldu bu sene, 9 ayda asırlık bir dostluk kurduk kendileriyle. Aklı yarı zamanlı çalışsa da arasıra, erkek-kadın olarak dost- kardeş olunacağını ispatladık birlikte. Korkmadık ucuz yanlarımızı birbirimize göstermekten, korkmadık düşündüğümüzü açıkça dile getirmekten. Biliyorum, seninle çok yol alacağız daha kardeşim, ülkeler görecek, insanlar tanıyacak ve kimseleri yakıştıramayacağız birbirimizin koluna, bir kaynana edasıyla.
Beni öyle güzel sevenler oldu ki, gözlerindeki parıltı içlerindeki sevgi, o incelik, o temizlik, inanmamı sağladı dünyadaki kötülüğün bitebileceğine, sevgi ile. Çıkarsız sevebildiğini gördüm insanların, beni tanıdıklarını, beni "ben" olarak görebildiklerini gördüm. Minnet duymak nedir bilmem ama, minnettar nasıl olunur öğrendim. Umarım, üzülmelerine ömrümün hiç bir mevsiminde sebebiyet vermem.
Ve beni bir zamanlar sevmiş olanların, bana saygı duyduğunu, beni çok güzel yerlere koyduklarını gördüm. Onlara verebildiklerimin, ve onlardan aldıklarımın çok değerli şeyler olduğunu anladım.
"Başkasının ayakkabısını giymeden onu anlayamazsın"
Bu cümleyi aldım, hayatımın merkezine koydum. Bol bol ayakkabı değiştiriyorum şimdi, ve biliyor musunuz, dünya olmayı öğrendim. Her birinizi anlayabilirim, Nazım gibi "burnumla" değil üstelik, kalbimle yüreğimle, herkesi sevebilirim, bütün hırçınlıklarınızı yatıştırabilirim. Öfkenizi dindirebilirim ve anlamanızı sağlayabilirim hayatın sandığınız kadar zor olmadığını.
Kendi içimde öyle bir kaynak buldum ki, kimseye kızmamayı ve bağışlamayı öğrendim, öfke duyacak kadar zamanım yok çünkü benim.
Çok şanslıyım, çünkü biliyorum, sizin tarafınızdan çok seviliyorum. Tabi ki herkesçe değil, ama sizler işte, beni sevenler, sevginiz öyle kutsal ki benim için, sizler benim kalbimi genişlettiniz.
Sizler, iyi ki varsınız! Ben her birinizi çok seviyorum, bunu söylemekten çekinmeyecek kadar çok!
Yaşama olan tutkumu umarım ben hiç kaybetmem, ve eğer siz henüz tutkunuzu keşfedemediyseniz, umarım bulursunuz en kısa zamanda. Çünkü benim gidecek çok yolum, tanışacak yeni insanlarım, yaşayacak şehirlerim, kıyılarına sığınacağım dostluklarım bitmedi. Ben her sene yeni şeyler öğrenecek ve her yeni senemde yeni şeyler keşfetmeyi isteyecek kadar talepkarım bu hayatta.
Sizler de olun, ne olur.
Ama her şeyden önce, hepiniz, VAR OLUN!
Teşekkür ederim. .
Hoşçakal yirmi beş :)
22 Nisan 2017 Cumartesi
18 Nisan 2017 Salı
K A R A M S A R
Olumsuz hava muhalefetinden bir türlü kalkış yapamayan uçağın içinde beklemek gibi; karamsar bir halde ülkeyi/dünyayı seyretmek. Ne uçaktan inebiliyorsun, ne varacağın yere gidebiliyorsun. Biliyor musun, ben çok yoruldum. Karamsar olmaktan, sürekli kendimi endişelendirmekten, yarın yokmuş gibi düşünmekten, aldığım nefesi ciğerlerime kadar çekemeden geri vermekten.
"Özgürlüğün, yaşamının farkına varman olacak"
Sanırım senin de benim kadar ihtiyacın var bu satırlara, benzer endişeleri barındıran tüm diğer insanlar gibi. Senin-benim dışımda gelişen olayların en çok sende-bende kaygı yaratması bana artık tuhaf gelmeye başladı. Ve farkettim ki, yaşamın özünü kaçırıyoruz bir bir. Dünyalar kuruluyor ve dünyalar yıkılıyor, insanlar sağ çıkıyor, yahut kayboluyor içinde.
Endişeye mahal yok, neden biliyor musun;
"şu yaşamak dediğin öyle ümitli bir iş ki sevgilim, insan savaşın ortasında bile hayat kalıntıları bulur kendine, ölmeye değil yaşamaya çalışır var gücüyle"
İşte bu yüzden, artık sen de endişelenme, yaşamını kaçırma, hayatın ucunu bırakma, yazın ortasında kışa dönse de hava, gel benimle biraz dolanalım birlikte başka diyarlarda. Çünkü ne gitmesi ne de kalması sandığın kadar zor değil bu dünya üzerinde.
Mesela şimdi seninle biz, ikimiz;
Güneye insek, pastırma yazlarından önce, bahar da soluklansak, ikliminde akdeniz olduğu bir yere kaçsak, yaşadığımızın farkına vardığımız toprak parçalarında hüküm sürsek beraber.. ben bohem olsam, sen projelerinle yeni dünyalar kurtarsan, küçük bir kasaba da sanatın içine dalsam, dans ederken kendimi bulsam.
"Özgürlüğün, yaşamının farkına varman olacak"
Sanırım senin de benim kadar ihtiyacın var bu satırlara, benzer endişeleri barındıran tüm diğer insanlar gibi. Senin-benim dışımda gelişen olayların en çok sende-bende kaygı yaratması bana artık tuhaf gelmeye başladı. Ve farkettim ki, yaşamın özünü kaçırıyoruz bir bir. Dünyalar kuruluyor ve dünyalar yıkılıyor, insanlar sağ çıkıyor, yahut kayboluyor içinde.
Endişeye mahal yok, neden biliyor musun;
"şu yaşamak dediğin öyle ümitli bir iş ki sevgilim, insan savaşın ortasında bile hayat kalıntıları bulur kendine, ölmeye değil yaşamaya çalışır var gücüyle"
İşte bu yüzden, artık sen de endişelenme, yaşamını kaçırma, hayatın ucunu bırakma, yazın ortasında kışa dönse de hava, gel benimle biraz dolanalım birlikte başka diyarlarda. Çünkü ne gitmesi ne de kalması sandığın kadar zor değil bu dünya üzerinde.
Mesela şimdi seninle biz, ikimiz;
Güneye insek, pastırma yazlarından önce, bahar da soluklansak, ikliminde akdeniz olduğu bir yere kaçsak, yaşadığımızın farkına vardığımız toprak parçalarında hüküm sürsek beraber.. ben bohem olsam, sen projelerinle yeni dünyalar kurtarsan, küçük bir kasaba da sanatın içine dalsam, dans ederken kendimi bulsam.
İçinde eşyadan çok bizim olduğumuz bir evin, güneş gören odalarında kamaşsa gözlerimiz, gözlerin insanda festival telaşları uyandırabileceğini keşfetsek böylece ve ılık rüzgarların geniş perdeleri havalandırıp içeri girdiği pencerelerimiz olsa; camları dünyaya açılanlardan.
Ben sana yumurta yapsam her sabah, sen kahveyi demlesen. Evin önünde bir portakal ağacı olsa; sabahları kokusu buram buram duyulsa, kahvaltı masası evin en değerli yeri olsa; sohbetlere kucak açan, bizi kelime kelime daha da birbirimize yakınlaştıran. evde bir oda senin mabedin olsa, ben kendi derdime düşsem, öğle sonraları güzel sokakların köşe başlarında buluşsak seninle, biraz dolansak ve derin bir sohbete koyulsak, gördüğümüz birkaç güzel anı fotoğraflasak, ve bu hikayeyi sonsuza uzatsak. . .
Mümkün olabilir mi dersin?
Neden olmasın :)
Hadi soluklan biraz, kötü şeyler düşünme.
Mümkün olabilir mi dersin?
Neden olmasın :)
Hadi soluklan biraz, kötü şeyler düşünme.
Mutlu olmak için büyük şeylere ihtiyacın yok seninde.
11 Nisan 2017 Salı
P A R I S | F R A N S A
"..Heeeeyy!!
Ne duruyorsun be, at kendini denize
Geride bekleyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere."
Ne kadarına ihtiyacınız var sahip olduklarınızın ve gerçekten ne kadarına sahipsiniz satın aldıklarınızın?
Kaç gömlek, kaç pantolon yeter üzerinizi örtmeye, kaç çanta gerekli evinizi sığdırmak için, kaç ayakkabı lazım adım atabilin diye?
Bedelini ödeyerek sahip mi oluyorsunuz hayatlarınıza? Yoksa tek çaresi ölmeden önce yaşamak mı sahibi bile olmadığınız, emaneten kullandığınız bu bedenlerin içinde?
Bilenleriniz vardır belki, ben tek başıma seyahatlere çıkıyorum. Bir gezi yazısı sanabilirsiniz ama ben başka şeyler anlatmak istiyorum. Bir arkadaşım Paristeyken bana şunu sordu;
-Ne arıyorsun orada? Kendini mi bulmaya çalışıyorsun?
Durup düşündüm biraz, ve ne aradığımı söyledim. Yaşamın kaynağını! Gittiğim farklı ülkelerde, yürüdüğüm başka kaldırımlarda, dolaştığım geniş sokaklarda ve gördüğüm yüzlerde yaşamın kaynağını arıyorum.
Karşınızda Parisin en önemli simgesi, dünyanın en bilindik kulesi belki. Çimlerde ise insanlar piknik yapıyorlar, evet dünyanın en önemli yapıtlarından birine bakarak keyif çatmak, hatta istediğinizi yiyip içmek bedava. Çocuğunuzla oyunlar oynamak paha biçilemez. Cebinizde ne kadar olursa olsun, o anın canlılığını ve gerçekliğini satın almaya yetmez.
Çevreme bakıyorum, insanları gözlemliyorum, güneş tenime öyle iyi geliyor ki, beni de kışın ağırlığından ve yükünden kurtarıyor. Çimlerin üzerinde pervasızca yatıyorum, hiç tanımadığım insanlarla ve bilmediğim bir yerde ortak duyguları paylaşıyoruz. O öğlen güneşinin altında, bütün kaygılarımızı evde bırakmışız, bütün sorunlarımızı dolaba kitlemişiz. Göçebe hayat süren bir toplum gibi eşitiz hepimiz, bağımız bahçemiz yok, dikili ağaçlarımız yok, bekleyenimiz ya da gelenimiz yok. Cıvıl cıvıl bir ışıltı var sadece, güneşin adeta kanıtlar sunduğu yaşam kaynağı var.
Saat üç gibi kalkıyorum oradan, çantamı sırtlanıyorum ve düşüyorum yollara. Champs- Elysees üzerinden Moulin Rouge' a, ve oradan Sacre Coeur a çıkıyorum.

Yolda yürürken iki manzara daha dikkatimi çekiyor, bu kez insanlar konu. Resimde gördüğünüz iki güzel hanımefendi, -ben insanları yaşlı genç diye sınıflandırmayı sevmiyorum, çünkü nice insanlar gördüm takvim yaprağıyla ölçülmüyor insanın yaşı- sallana ballana yürüyorlar. Çekinmeden hayattan, korkmadan yaşamaktan, halimiz yok diye düşünmeden, sunulan her günü armağan olarak değerlendirerek, keyif alarak ve sohbet ederek yürüyorlar. Dostluklarında buluyorum yaşamın kaynağını bu defa, hayat üzerinizden hangi zorluklarla geçerse geçsin, yan yana kalmanın ana kaynaklardan biri olduğunu anlıyorum onlara bakınca.

Moulin Rouge' un önüne geldiğimde daha da farklı bir manzara karşılıyor beni. Sağlığı pek yerinde olmadığı için biraz zor yürüyen bir beyefendi, elindeki kamerası ile en güzel açıdan yakalamaya çalışıyor görüntüyü. Düşünüyorum;
-hadi ben göstermek için çekiyorum, sonra hatırlamak için biriktiriyorum bu fotoğrafları, peki ya siz beyfendiciğim?
-daha ölmedik ya, bizim yaşamak hakkımız değil mi sonuna kadar ?
Diyor bana, yaşamın kaynağını onun azminde görüyorum, kaç takvim yaprağı devirmiş olursak olalım, gidilecek yollar, görülecek manzaralar bitmeyecek diyorum kendime. Yaşam işte bu kadar değişken ve olağan!
Moulin Rouge' un yanından Sacre Coeur' a doğru bir yokuş çıkmaya başlıyorum bu kez. Yolda burnuma çalınan birbirinden güzel kokular Paris' te olduğumu hatırlatıyor, ve zamanda yolculuk yaparcasına tırmanıyorum yokuşu. Sanki Paris' ten çıkmış, az sonra ayaklarımın ucunda sahili bulacakmışım gibi hissediyorum, bağımsız bir kasabaya gelmişim gibi bir his uyanıyor içimde. Küçük butikler, ve adalar algısı yaratan beyaz taş binalar, sokaklarda ressamlar, bir köşede Fransız genç akordionu ile Yann Tiersen çalıyor, yaşam oluk oluk akıyor, fırça darbelerinden tuvallere, kreplerden damaklara, notalardan ruha. Fransız akşam üzerinde yaşam ile doluyor içim, işte hayat diyorum ve bir tepeden Paris' e bakarken buluyorum kendimi, dudaklarımda en bilindik sözler;
"hava bedava su bedava, bir tepeden şehre bakmak, sokaktaki müziği duymak ve hayatı yakalamak bedava! "

Akşam oluyor, şehre karışıyorum, şehirli gibi hareket edip metrodan iniyorum. Gecenin bir şehre ne kadar yakıştığını Notre Dame önüne gelince bir kez daha anlıyorum. Yaşam gecenin konusudur diyor sevdiğim bilge, yaşamı düşünüyorum. Yaşanacakları, beni bekleyenleri, sağ çıktığım savaşları, sahip olduklarımı, sahip olduğumu sandıklarımı. Yaşamın kaynağının ücretini ödeyecek kadar zengin kimse yok diyorum sonra, bu sadece farkındalıkla sahip olunabilecek bir şey. Çevreme bakıyorum, 3 genç gösteri yapıyorlar hani şu ellerinde çubuk ucunda alev olanlardan. En sonunda maytaplı güzel bir show ile bitiriyorlar,
Notre Dame' ın heybetinden biraz çalarak geceye anlam katıyorlar. Gösterileri bitiyor, gösteriyi sunan genç şapkayı alıyor eline ve izleyen herkes koşa koşa para vermeye gidiyor. İnanamıyorum gördüğüme, çünkü emekleri, toplanan halk tarafından saygıyla karşılanıyor. Öylesine atmıyorlar parayı, canı gönülden veriyorlar; geceyi güzelleştirdikleri için teşekkür mahiyetinde.
Yine görüyorum o kaynağı, verilen çabaya duyulan saygıda, hayatın sizi karşılıksız bırakmayışında, yaptığınız güzelliklerin size geri dönüyor oluşunda.
Yaşamı buldukça zenginleştiğimi fark ediyorum, üstelik bütün bunlar için hiç para harcamıyorum. En değerli şeyler, satın alınamayacak kadar pahalı olanlardır. Sağlığınızı satın alamazsınız, arkadaşlarınızı satın alamazsınız, sevgiyi satın alamazsınız, güneşi, ayı, hiçbir tabiat olayını satın alamazsınız.
Yaşamı satın alamazsınız!
Önünüzde öylece durur, size tek söylediği ise, ölmeden önce yaşamalı olur!
Hepinizin her gününün yaşadığınızın farkında olarak geçmesini dilerim, en azından bundan sonrası için!
Ben yaşadığım müddetçe, gidecek yollarım hep olacak. Gözüm, gönlüm ve yönüm hep açık olacak.
Umarım sizlerde, kalbinizi genişletir ve ruhlarınızı iyileştirebilirsiniz!
Sevgi ile ...
Ne duruyorsun be, at kendini denize
Geride bekleyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere."
Ne kadarına ihtiyacınız var sahip olduklarınızın ve gerçekten ne kadarına sahipsiniz satın aldıklarınızın?
Kaç gömlek, kaç pantolon yeter üzerinizi örtmeye, kaç çanta gerekli evinizi sığdırmak için, kaç ayakkabı lazım adım atabilin diye?
Bedelini ödeyerek sahip mi oluyorsunuz hayatlarınıza? Yoksa tek çaresi ölmeden önce yaşamak mı sahibi bile olmadığınız, emaneten kullandığınız bu bedenlerin içinde?
Bilenleriniz vardır belki, ben tek başıma seyahatlere çıkıyorum. Bir gezi yazısı sanabilirsiniz ama ben başka şeyler anlatmak istiyorum. Bir arkadaşım Paristeyken bana şunu sordu;
-Ne arıyorsun orada? Kendini mi bulmaya çalışıyorsun?
Durup düşündüm biraz, ve ne aradığımı söyledim. Yaşamın kaynağını! Gittiğim farklı ülkelerde, yürüdüğüm başka kaldırımlarda, dolaştığım geniş sokaklarda ve gördüğüm yüzlerde yaşamın kaynağını arıyorum.
Çevreme bakıyorum, insanları gözlemliyorum, güneş tenime öyle iyi geliyor ki, beni de kışın ağırlığından ve yükünden kurtarıyor. Çimlerin üzerinde pervasızca yatıyorum, hiç tanımadığım insanlarla ve bilmediğim bir yerde ortak duyguları paylaşıyoruz. O öğlen güneşinin altında, bütün kaygılarımızı evde bırakmışız, bütün sorunlarımızı dolaba kitlemişiz. Göçebe hayat süren bir toplum gibi eşitiz hepimiz, bağımız bahçemiz yok, dikili ağaçlarımız yok, bekleyenimiz ya da gelenimiz yok. Cıvıl cıvıl bir ışıltı var sadece, güneşin adeta kanıtlar sunduğu yaşam kaynağı var.
Saat üç gibi kalkıyorum oradan, çantamı sırtlanıyorum ve düşüyorum yollara. Champs- Elysees üzerinden Moulin Rouge' a, ve oradan Sacre Coeur a çıkıyorum.
Yolda yürürken iki manzara daha dikkatimi çekiyor, bu kez insanlar konu. Resimde gördüğünüz iki güzel hanımefendi, -ben insanları yaşlı genç diye sınıflandırmayı sevmiyorum, çünkü nice insanlar gördüm takvim yaprağıyla ölçülmüyor insanın yaşı- sallana ballana yürüyorlar. Çekinmeden hayattan, korkmadan yaşamaktan, halimiz yok diye düşünmeden, sunulan her günü armağan olarak değerlendirerek, keyif alarak ve sohbet ederek yürüyorlar. Dostluklarında buluyorum yaşamın kaynağını bu defa, hayat üzerinizden hangi zorluklarla geçerse geçsin, yan yana kalmanın ana kaynaklardan biri olduğunu anlıyorum onlara bakınca.
Moulin Rouge' un önüne geldiğimde daha da farklı bir manzara karşılıyor beni. Sağlığı pek yerinde olmadığı için biraz zor yürüyen bir beyefendi, elindeki kamerası ile en güzel açıdan yakalamaya çalışıyor görüntüyü. Düşünüyorum;
-hadi ben göstermek için çekiyorum, sonra hatırlamak için biriktiriyorum bu fotoğrafları, peki ya siz beyfendiciğim?
-daha ölmedik ya, bizim yaşamak hakkımız değil mi sonuna kadar ?
Diyor bana, yaşamın kaynağını onun azminde görüyorum, kaç takvim yaprağı devirmiş olursak olalım, gidilecek yollar, görülecek manzaralar bitmeyecek diyorum kendime. Yaşam işte bu kadar değişken ve olağan!
Moulin Rouge' un yanından Sacre Coeur' a doğru bir yokuş çıkmaya başlıyorum bu kez. Yolda burnuma çalınan birbirinden güzel kokular Paris' te olduğumu hatırlatıyor, ve zamanda yolculuk yaparcasına tırmanıyorum yokuşu. Sanki Paris' ten çıkmış, az sonra ayaklarımın ucunda sahili bulacakmışım gibi hissediyorum, bağımsız bir kasabaya gelmişim gibi bir his uyanıyor içimde. Küçük butikler, ve adalar algısı yaratan beyaz taş binalar, sokaklarda ressamlar, bir köşede Fransız genç akordionu ile Yann Tiersen çalıyor, yaşam oluk oluk akıyor, fırça darbelerinden tuvallere, kreplerden damaklara, notalardan ruha. Fransız akşam üzerinde yaşam ile doluyor içim, işte hayat diyorum ve bir tepeden Paris' e bakarken buluyorum kendimi, dudaklarımda en bilindik sözler;
"hava bedava su bedava, bir tepeden şehre bakmak, sokaktaki müziği duymak ve hayatı yakalamak bedava! "
Akşam oluyor, şehre karışıyorum, şehirli gibi hareket edip metrodan iniyorum. Gecenin bir şehre ne kadar yakıştığını Notre Dame önüne gelince bir kez daha anlıyorum. Yaşam gecenin konusudur diyor sevdiğim bilge, yaşamı düşünüyorum. Yaşanacakları, beni bekleyenleri, sağ çıktığım savaşları, sahip olduklarımı, sahip olduğumu sandıklarımı. Yaşamın kaynağının ücretini ödeyecek kadar zengin kimse yok diyorum sonra, bu sadece farkındalıkla sahip olunabilecek bir şey. Çevreme bakıyorum, 3 genç gösteri yapıyorlar hani şu ellerinde çubuk ucunda alev olanlardan. En sonunda maytaplı güzel bir show ile bitiriyorlar,
Notre Dame' ın heybetinden biraz çalarak geceye anlam katıyorlar. Gösterileri bitiyor, gösteriyi sunan genç şapkayı alıyor eline ve izleyen herkes koşa koşa para vermeye gidiyor. İnanamıyorum gördüğüme, çünkü emekleri, toplanan halk tarafından saygıyla karşılanıyor. Öylesine atmıyorlar parayı, canı gönülden veriyorlar; geceyi güzelleştirdikleri için teşekkür mahiyetinde.
Yine görüyorum o kaynağı, verilen çabaya duyulan saygıda, hayatın sizi karşılıksız bırakmayışında, yaptığınız güzelliklerin size geri dönüyor oluşunda.
Yaşamı buldukça zenginleştiğimi fark ediyorum, üstelik bütün bunlar için hiç para harcamıyorum. En değerli şeyler, satın alınamayacak kadar pahalı olanlardır. Sağlığınızı satın alamazsınız, arkadaşlarınızı satın alamazsınız, sevgiyi satın alamazsınız, güneşi, ayı, hiçbir tabiat olayını satın alamazsınız.
Yaşamı satın alamazsınız!
Önünüzde öylece durur, size tek söylediği ise, ölmeden önce yaşamalı olur!
Hepinizin her gününün yaşadığınızın farkında olarak geçmesini dilerim, en azından bundan sonrası için!
Ben yaşadığım müddetçe, gidecek yollarım hep olacak. Gözüm, gönlüm ve yönüm hep açık olacak.
Umarım sizlerde, kalbinizi genişletir ve ruhlarınızı iyileştirebilirsiniz!
Sevgi ile ...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)