25 Aralık 2016 Pazar

B E N - S İ Z

Duymuyorlar.. 
Okumuyorlar.. 
Anlamıyorlar.. 

Sözcükler mi bitti, yoksa ben mi anlatamıyorum bilmiyorum. Bir fotoğraf yüzlerce hatta binlerce kişi tarafından beğenilebilirken yazılan bir yazı, anlatılmak istenen bir duygu kolayca gözardı edilebiliyor. 
Zamanımız mı kalmadı artık okumak için? Yoksa algılarımız mı kapandı? Nasıl böyle "yüzeyselleştik" ? 

Sizi bilmiyorum, ama ben hayattan anlamlı şeyler bekliyorum; Yaşadığım her şeyin değerli olmasını, başladığım her günün anlamlı bitmesini istiyorum. Hayatım matematiksel olarak yaşadığım gün sayısından değil, biriktirdiğim güzel anlar ve kıymetli insanlardan oluşsun istiyorum. Ama söz geçirmez boş insanları gördükçe, yeni insan tanımaktan kaçıyor, var olanların sığlığını gördükçe elimdekilerden uzaklaşıyorum. 

Sizi bilmiyorum, ama ben nefret ediyorum; kendini geliştirmeyen, okumayan, düşünmeyen, fikrini dile getirmekten çekinen, tartışmak nedir bilmeden kavgacı yaklaşan, tek derdi dış görünüşü olan, girdiği her ortamda tek amacı yalnızlığını bastırma çabası olan, içi boş ve kof, hayatı sorgulamayan, kafasını kabuğundan başım ezilir diye çıkarmayan, ona dokunmayan yılanın bin yıl yaşayıp binbir kez başkasını sokmasına ses etmeyen, her şeyi kendisi gibi basitleştiren herkesten, her şeyden, nefret ediyorum. 

Sizi bilmiyorum, ama ben rahatsız oluyorum; ülkemde yaşanan olaylardan, gündemi hiç takip etmeyen insanlardan, okuduğu her bilgiyi hiç araştırmadan ezberleyip savunanlardan, twitter' a youtube' a VPN ile girmekten, gazetelere atılan yalan manşetlerden, özgür düşünememekten, düşündüğümü sessiz söylemekten, hatta düşünmeye bile korkar hale gelmekten, korku içinde yaşamaktan, azınlık olmaktan ve bunun hiçbir değeri olmayışından, cahilden korkuşumdan ve cahil kadar cesaretli olamayışımdan, yabancı arkadaşlarıma güzelim ülkemi artık o kadar da güzel anlatamayışımdan, Mustafa Kemal' in çocuğu olmaktan gurur duyarken artık onun evlatlarını göremeyişimden çok rahatsız oluyorum. 

Sizi bilmiyorum, ama ben gün geçtikçe hem daha umutsuz oluyorum, hem daha mutsuz. Gün geçtikçe artan bir gitme isteği duyuyorum, ve gitmek istemiyorum. Paylaşamadığımız ne var diye düşündükçe, anlatamadıklarımızı hatırlıyorum. Anlamayışınızı hatırlıyorum. İçimde kalan küçücük bir umutla, ve her sabah daha da artan tedirginlikle, sebepler arıyorum kendimi ikna edebilmek için. 

Sizi bilmiyorum, ama inanın bilmeyi çok istiyorum. Keşke bu denli yüzeysel olmaktan, menfaatleriniz uğruna bırakın ananızı, babanızı satmayı karınızı vermekten vazgeçebilseniz. Keşke daha duyarlı hareket edip biraz okusanız, anlamaya çalışsanız. Keşke anlatsanız. Keşke anlayabilsem. 

Sizi bilmiyorum, ama ben düşüncesi olmayan, duyarsızlaşan hiçbir kimseyi yanımda istemiyorum. 
Sizi bilmiyorum ama kendimi anlatıyorum işte, uzak durun benden. Düşünmekten bile aciz olan beyinlerinizi, zayıf karakterlerinizi, ne aradığını bilmeden oradan oraya sürüklenen bedeninizi, değersiz hayatlarınızı istemiyorum. 

Sizi bilmiyorum, ama dünyalarımızın çok farklı olduğunu adım gibi biliyorum. Ve kendi dünyamdan insanları istiyorum yalnızca. Evet, doğru duydunuz, sizleri istemiyorum. Hayatıma değer katacak olan, içinde iyilik ve bilgelik bulunan insanlara var sadece yerim. 

Sizleri, size bırakıyorum, her şeyden bir haber olmaya, yaşadığınız hayattan memnun kalmaya devam edin, ancak şunu da bilin; sizin varlığınızı da artık "BEN" kabul etmiyorum! 

20 Aralık 2016 Salı

K A H R A M A N L A R

Bilinçsizce dalıp izlediği şehir ışıklarını, hastane penceresinin camında birdenbire kendisini görünce farketti. Kaç dakikadır böyle duruyordu, çenesinin altına koyduğu eli ve pencere pervazına dayadığı dirseğinin acıdığını hissetti. Hastane odasına yavaşça bir göz gezdirdi, ne kadar zevksiz ve ne yaşama isteğini öldürücü diye düşündü. İnsanların kapısında umut beklediği yere, yaşamak isteği aşılamak ne kadar doğru olurdu bilmiyordu, hele ki umudunu yitiren onca insanı görmüşken, ama yine de hayatın bir tutam canlılığı ona ve onun gibilere iyi gelebilirdi şu an.

Sahi insan ne zaman umut eder oluyordu, ne zaman çaresiz kalıyor, ne zaman kendisini güçsüz hissediyordu? Yaşamanın ironisi ölümdür derdi çok sevdiği biri. İnsan kabullenmeli ve hiçbir şey kalmamalı içinde öldüğünde. 

Ölümü hiçbir zaman hesaba katmadan mı yaşıyoruz gerçekten diye düşündü, bomboş caddeyi aydınlatan sokak lambasına bakarken. İnsanları ışığa benzetirdi, doğru açıda tutarsan her şeye yetecek kadar ışık verebilecek olan, yanlış açıda bırakırsan kendini bile aydınlatamayan. 

Hastane yatağında yatan babasının derin soluk alışverişlerini dinlerken, -bu sesi bir daha hiç duyamamaktan korktu bir anda- çocuklar nasıl hep çocuk kalıyorsa, anne-babalarda hiç yaşlanmıyorlar işte diye düşündü. Türkiye de anne-baba olmanın gerçekte olduğundan daha zor olduğunu savunurdu hep, ipoteklenmiş hayatlar der; kişilerin çocukları olduktan sonra kendi hayatlarını yaşamayı bıraktığını, anne ve babaya dönüştüklerini bu sebeple de çocukların onları birey olarak algılayamadığını ve bir kahramanmış gibi sadece "anne ve baba" olarak kaldıklarını söylerdi. Ve bir kahramanın "hasta olma, ya da terkedip gitme" gibi bir durumu söz konusu olamazdı. 
Bu kahramanlar hep çok çalışmak ve minik insanlarına güzel bir gelecek kurmak ve iyi bir hayat bırakmak zorundaydı. Süper güçleri, asla pes etmeyen ya da yılmayan güçlü karakterleriydi. 
Bir evi geçindirmenin zorluğunu yahut tatile gitmenin bedelini, artık eskidiği için yerlerine alınması gereken yeni kıyafetleri, ödenmesi gereken okul ve ev taksitlerini, en son iki sene önce alındığı için artık değişmesi gereken teknolojik aletleri kısacası bütün bir hayatı çekip çevirmenin zorluğunu, kahraman olmadan anlamanın yolu yoktu. Bu yüzden çocuk bir kahraman olana dek, kendi kahramanlarının asla yenilmeyeceğine inanıyordu. 

Ve daha kahraman olmamış bir çocuk olarak, birden bire bir kahramana dönüşmesi gerektiğini, yatakta yatan kendi yorgun kahramanına bakarken daha iyi anlıyordu. Her çocuğun büyümek zorunda olduğu bir an gelir, bu da onlardan biriydi. Güçlü olma ve güç verme sırası ona gelmişti. 
Sayısız insan tanıyordu insan, her yaştan. Her biri kendine has bireylerdi; çalışan-çalışmayan, evli-bekar, komik-sıkıcı, eğitimli-eğitimsiz, akıllı-salak, yakışıklı-güzel-çirkin, tonla değerlendirmeye tabii tutuyordu. Fakat anne-babalar öyle değildi işte, ne cinsiyetleri vardı ne yaşları, ne de yaşayışları. Sanki hakları yoktu ebeveynlik dışında hiçbir şeye. Oysa kendisi hiç böyle düşünmemişti, çoğu insanın aksine o kendi kahramanlarının özgür ve anlamlı hayatlar yaşamasını istiyordu. Şimdi en büyük korkusu ise yaşanmamış onca şeyi geride bırakıp gitmesiydi kahramanının. Kendi dünyasından açılan küçük pencereleri büyütecek, kahramanına artık sadece kendi yaşamı için savaş vermeyi öğretecekti. Dünyayı gezdirecek, tadılacak onca güzel şeyi tattıracak, kulağına dünyanın en güzel ezgilerini çaldıracaktı. Pes etmemek için bundan daha değerli bir neden yoktu, kendi hayatlarını fark etmelerinden daha mühim hiçbir şey olamazdı. 

Eşi benzeri olmayan bir sevgiyle bağlı olduğu babasının öksürmesiyle daldığı düşüncelerden uyandı. Kendi çocuğuna bakarmış gibi kalbinin tam orta yerinde yoğun bir merhamet duygusu hissetti. Ve birileri elini göğüs kafesine sokmuşta ortadan ikiye ayırıyormuşçasına bir acı duydu, hemen ardından müthiş bir endişe; kahramanını yaşayacak onca güzel şey varken kaybetme ihtimalinin verdiği.

Önce kendini sakinleştirdi, sonra kalktı babasını yatıştırdı. Bütün gücünü ve inancını elleriyle, onun da hissetmesini sağladı. 
Artık o da bir kahramandı. . .






28 Kasım 2016 Pazartesi

R A S T L A N T I

"rastlantı dediğin hayatın nehirleri, suyu olması gereken yere taşıyan”

bir taşıt olsam ve hızla akan trafiğin içine karışsam hiç durmadan yol alsam şehirden çıksam, şehirlere varsam, yaptığım yolculuğun tamamına “hayat” derdim. Pencereden akıp giden yol görüntüleri de benim hikayelerim olurdu. Zira insan geriye dönüp baktığında bazen bir roman tadında, bazense fıkra kıvamında hikayelerle karşılaşıyor. Sanırım mevzu onları yakalayabilmek ile alakalı, geniş bir perspektiften yakalayabilirseniz hayatı, acılarınızı şekillendirir mutluluğunuzu çoğaltma fırsatını yakalarsınız. 
Ben de geniş açı ile alınca görüntüyü gün içinde yakaladığım küçük an'lar inanılmaz mutluluklar yaratırken, bir bulutun biçimi ve aynı bulutların güneşe geçit vermeyişi melankolik hüzünler yaratabiliyor. Ve aynı geniş açı hayatta karşılaştığım her olay ve tanıştığım her insanı değerli kılıyor benim için. 
Rastlantının olduğuna inanmıyor ve hep bir nedeni olduğuna inanıyorum başımızdan geçen hikayelerin. Bazen bizi bir sonrakine hazırlamak için, bazen tatmamız gereken acıları tattırmak için, bazense bizi daha güçlü kılmak için. 

ve hayatıma değen, tanıklık eden herkesten bir şey koparıp alıyor, aynı ölçüde onlara da koparıp bir parçamı veriyorum. Merak etmeyin eksilmiyor yahut bitmiyor insan, aksine çoğalıyor, kabarıyor köpük köpük, zenginleşiyor. 
ille büyük şeyler almak da gerekmiyor, minimalist parçalar da hayli iş görüyor ; bir şarkı, bir şiir, bir söz bazen, bazen bir tepeden şehre bakmak, yahut gözlerden yaş gelinceye dek gülmek birlikte. Neden biliyor musunuz, birinden bir parça koparmak zorundasınız ki onu anımsayabilesiniz, bir fotoğraf çekebilmelisiniz kafanızda, o anı sonsuza uzatacak. 

Ve bu parçaları topladığınızda kendiniz ediyorsunuz birazda. Sizden gidenler, size eklenenler sizi siz yapıyor bu denklemde. İşte bu yüzden ayaklarınızın sizi sürüklediği sokak bile bir rastlantı değil, görmeniz gereken bir şey olduğundan, ya da solumanız gereken havadan, belki de bir sonraki evinizi henüz evsiz bile kalmamışken oradan tutacağınız için, ya da günün birinde tanışacağınız ve o sokakta yıllarca oturduğunu size anlatacak olan o adam için geçeceksiniz oradan. Bir şekilde tanıştığınız ve hayatınıza aldığınız insanlarda rastlantı olmayacak. Biri sizi sürüncemede kalmış ve artık size zerre katkısı olmayan aksine anlamsız bir şekilde devam ettiğiniz ilişkinizden kurtarmak için girecek hayatınıza, öteki yeni bir işin, bir sonraki yeni bir seyahatin kapılarını açacak. Ve bir diğeri canınızı çok yakacak, ama o da size ders olacak ve asıl enkaz olacağınız ilişkinizden bu şekilde sağ çıkacaksınız. Kendi yolculuğunuz esnasında arabayı bir tepeye çekip geldiğiniz yollara panoramik olarak bakarsanız tatlı rastlantılarmış gibi gözüken olayların aslında sizi tam da ayaklarınızın üzerinde durduğunuz yere getiren yollar olduğunu göreceksiniz. 

İşte bu yüzden, ister rastlantı diyin, ister yazgı, ama yolun keyfini çıkarın. varacağınız yere geldiğinizde elinizde yalnızca katettiğiniz yollar olacak çünkü. 
Zaten yaşamak dediğin de yolculuğun kendisi değil midir? 
Da Vinci' nin de dediği gibi; 
“Görmeyi öğrenin, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu göreceksiniz"

18 Ekim 2016 Salı

Sen de mi P I R U S ?

Uzun zamandır konuşmuyoruz sizinle, gelin sizlere Pirus Zaferini anlatayım. Bilenleriniz var mıdır bilmiyorum, bilmeyenlerinizin ise öğrendikten sonra unutmamasını diliyorum.
Grek Kolonisi Tarentum Kralı Pirus' un Roma' ya karşı olan hayranlığı ve onu elde etme isteği sonrası Roma' yı aldığı zaferdir. Pirus güçlü bir orduya sahip savaşçı ve hırslı bir kraldır ama gelgelim Romayı almak için neredeyse bütün ordusunu feda eder, o kadar ki bu zaferinden sonra diz çöküp: "Tanrım bir daha böyle zafer gösterme" dediği rivayet edilir. Ve ne yazık ki günün sonunda fethettiği halkı tarafından taşlanarak öldürülür. 

Pirus zaferinin manası ise tam olarak şudur; yıkıcı kayıplar sonrası elde edilen zafer. Verilen zaiyata bakıldıktan sonra kazanılan zaferin bir anlamı olmaması. 

Hayatı nereden ele alırsanız alın, hepimiz her gün pek çok savaşlar veriyoruz aslında. En temel savaşımız hayatta kalmak için oluyor, ölmemek için. Pirus gibi Roma için savaş vermiyoruz belki ama kendi hayatlarımız için, paramızı kazanabilmek, iyi insan olarak kalabilmek, bir sonraki güne başlayacak nedenler bulabilmek, kendimizi, ailemizi koruyabilmek, onurlu ve gururlu yaşayabilmek, sevilmek ve sevebilmek için, ya da sadece aşkımız için sayısız savaş veriyoruz.

Fakat bazen bu savaşlardan galip çıkma isteği bütün bedenimizi öyle bir sarıyor ki, savaşı kazanabilmek için her şeyi göze alıyor, bir orduyu değil belki ama kendimizi fena halde feda ediyoruz. Aşkta ve savaşta her şey mübahtır derler ama her şeyinde bir bedeli vardır. Gören gözlerle dünyaya bakınca pek çok sahneye şahit oluyor insanoğlu da, insan bir şeyi çok istemeye görsün, uğrunda gitmeyeceği yol aşmayacağı çöl kalmıyor. Uğruna savaş verecek bir şeyler olması her zaman güzel ama sormak gerek kendine, mola verdiğinde çıktığın sefere, değer mi değmez mi diye. Çoğu kez değmeyecek savaşlar verdiğimizden, yılmış ve halsiz insanlar kalıyor bizlerden geriye. 
Sonrasında ne tanımak istiyor kişi bir daha, ne iyi insan olası geliyor, ne adalete inanıyor, ne de yaşamaktan zevk alıyor. 

Kötüleşmemek için, aşka küsmemek için, işinize sırt dönmemek için bir durun ve ne yapıyorum diyin, bu savaşı kim için ne için veriyorum. Aldığım zafer kaybedeceklerime değer mi; zamanıma, fedakarlıklarıma, verdiğim karşılıksız sevgiye, bildiğim kıymetlere, vefama. 

Eğer kendinize verdiğiniz cevap evet ise, savaşmaya devam edin gece gündüz. 
Fakat kaybınız kendiniz olmaya başlamışsanız, atın silahları teslim olun. Bırakın Roma' yı, yaşayın hayatı daha değecek savaşlar uğruna. 
Çünkü kimseye kalmadı, kalmıyor, kalmayacak.
Roma' ya da bir bilet alıverin o kadar lazımsa :) 







10 Eylül 2016 Cumartesi

G Ü Z E L L İ K

Picasso' ya göre 'hiçbir şeyin eklenmesini yahut çıkarılmasını gerektirmeyen şey' 
Aşık Veysel' e göre on para etmeyecek şey kişideki aşk olmasa. 

Seni seven insanın güzel bakması mühim elbet, zaten seni çirkin göremez o göz istesede, fakat hiçbir tanışıklığı olmadan, fikrini cismini bilmeden seni gören gözün sana aşık olması nasıl bir olaydır? Ve bunun bu kadar yaygın olması. Ben bilmem platonik olmak nedir, hiç inanmadım, inanmadığım hiçbir şeyi de yaşamadım. Karşılıklı olmayan şeyin yaşayabilme ihtimali yoktur benim için, insanın sevgilisine tutumu, aşksal halleri başkadır arkadaşlık hallerinden, ama fikrini bilmediğin, oturup gerçek anlamda sohbet etmediğin bir insanı sevemezsin be kardeşim. Seni aramayan, senin peşine düşmeyen, geceleri seni düşünüp sabahları sana gözünü açmayan insanı belki bir gün olur diye bekleyemezsin, geçiyor be kardeşim, hem bu sevdalar geçiyor, hem zaman, hem de bizden geçiyor. En büyük aşklar bile unutulurken nedir bu uzaktan sevme durumu.

Hadi diyelim gözün beğendiği de seni beğeniyor, öyle acele ediyorsun ki aşık olmaya ve sevmeye, birden kendini aslında hiç tanımadığın insanlara aşık buluyorsun. Ne iş yaptığından emin olmadığın, ya da sen tanımadan önce kimmiş zerrece fikrinin olmadığı insanlar için kıtalar değiştirmeyi göze alıyorsun. Acaba sen bütün gençlik heyecanlarına aşıksın da ondan mı oluyor bu hatalı sollamalar, ters yöne girmeler? 

Biliyorum hepimiz nefesimiz kesilsin, uçuşup duralım ateş böcekleri gibi istiyoruz, döne döne ateşe uçsun pervane sonunda yansa da mühim değil diyoruz da, ilk sağa sapınca karşımıza çıkan bu gam bu keder bu dünyanın yaşanacak yer olmaktan çıkma durumunu neden yaşatıyoruz kendimize o halde.

En nihayetinde Shakespeare' in dediği noktada alıyoruz galiba soluğu, biz beğendiğimiz bedenlere hayallerimizdeki ruhları koyup adına aşk diyoruz. 

Sevin kardeşim, çok sevin. Ama acele etmeden yavaş yavaş sevin, aşkınıza karşılık vereni sevin, düşüncenize eş olanı sevin, gülüp oynayabildiğinizi, hayatına saygı duyup fikir danışmak için gelsin diye beklediğinizi sevin, sizin sevdiğiniz şeyleri biraz olsa sevebilecek insanları sevin. Görünüşe aldanmayın, paraya kanmayın, akıl odaklı olun biraz severken, çünkü kimi sevebileceğinizi de siz seçersiniz, aşkı boş insanlarla zâyi etmeyin be kardeşim. 

Günün sonunda, Ne biz Leylayız Ne de siz Mecnun nasılsa.




20 Temmuz 2016 Çarşamba

Korkuyorum Anne!

Korkuyorum Anne,

İçinde bulunduğumuz durumdan, üzerime yapışan tedirginlikten korkuyorum. Sadece kendim için değil, sevdiğim insanlara da zarar gelir diye korkuyorum. Fikirlerimi özgürce ifade edememekten, çarpıtılan sözler, ya da söylenen sözler için, düşüncesi için ceza alan insanları gördükçe korkuyorum, konuşmaktan, yazmaktan, düşünmekten. Karanlık bir tünele girmiş gibi, ip ince bir ışıkta gidiyorum ve ışığımı kaybetmekten tünelin sonunu görememekten korkuyorum.

İnsanların güce bu denli tapmasını, gücün onları bu denli yozlaştırmasını gördükçe korkuyorum. Dünyanın adaletsizliği değil belki ama evrenin kayıtsızlığından korkuyorum.
Ölen onca insanı duydukça, okudukça, gördükçe duyarsızlaşmaktan, artık hissizleşmekten korkuyorum. Ölürsem bir gün matematiksel bir ifade olmaktan yahut sevdiğim insanların rakamlaştırılmasından korkuyorum. Güçsüze sırt dönmüşten, muhtaca karşı kör olan gözlerden korkuyorum, insanların acımasız yargılarından, kendini başkası yerine koymayışlarından karşılarındaki insanı hiç anlamaya çalışmayışlarından korkuyorum.
Ülke de bunca olay olurken, keyfine bakan insandan da korkuyorum. Onları anlayamadığım için korkuyorum, bunca eziyet niye, paylaşılamayan ne diye düşündükçe korkuyorum. Bu korku gün içinde üzerine yapışan toz kir gibi, temizlenmedikçe geçmeyen, geçmedikçe varlığına alışılan, en çok da korkarak yaşamaya alışmaktan korkuyorum.

Kimsenin kimseye değer vermediği ve gerçekten sevmediği, tadı geçtiği için fırlatılıp atılan sakıza benzer dostluklardan, temeline güven değil çıkar konan bütün ilişkilerden korkuyorum ben anne.
Nereden geliyor bu hükmetme isteği, nedir bu iktidar hırsı bilmiyorum, tanımıyorum. İçinde kin ve nefret olan insandan, öfkeyle beslenen her şeyden ve onların verdiği/verebileceği zarardan korkuyorum.
Çünkü netice de hepimiz biriz be anne, hepimizin yaradılışı aynı, benziyoruz ucundan kıyısından birbirimize.
Onlara benzemekten korkuyorum eninde sonunda, yaşamımın varlığı sevgiyken, merhamete ve iyiliğe her şeyden çok inanırken, bi gün gelir de inandığım şeylerden vazgeçerim diye korkuyorum.
Nerede yitirdik biz bunca değeri diye bakıyorum, çocuktum herhalde hatırlayamıyorum. Dökülmeyen gözyaşımdan bile korkuyorum be anne, hissizleşmek istemiyorum. Ama bunun savaşı da çok zor be anne.
Kötü günler geçer diyorsun da, kaçımız sağ çıkarız o kötü günlerden fiziken ve ruhen?
Sen biliyor musun?
Biliyorsan bana da anlat be anne, çocukken nasıl kolay uyutuyorduysan şimdi de bir hikaye anlat da uyuyayım anne.
Bakarsın gözümü aydınlığa açarım, nasılsa gün doğmadan neler doğar dersin.
Ben bugün dua ettim anne hepimiz için, yüce Tanrı bizleri affetsin..

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Ayıp değil mi taksici abi!

Başıma gelenlerin zaman zaman pişmiş tavukla yarıştığı zamanlar olmuştur, fakat inandığım bir şey var ki, her şey bir deneyim ben de deneyim :)

e madem ben deniyorum, size de anlatayım da sizde bilin, bakarsınız bir yol gösterir size, bi hayra yarar benim atraksiyon dolu bedevi yaşantım.

Cuma gecesi arkadaşlarla beraber gittiğimiz mekanın çıkışında taksiye bindik, gün ışıklarını yakalamamızdan mütevellit takdir edersiniz ki ben mışıl mışıl uyumuşum, öteki arkadaşlarında uyuduğuna dair sağlam şüphelerim de yok değil, her neyse uyku sersemi taksiden inerken çok sevdiğim can yoldaşım cep telefonumu da taksi de düşürmüşüm. Hani kanepede uyuyakalırsınız da ananız, bacınız, babanız, arkadaşınız her kim varsa o sırada evde sizi uykunuzun en güzel yerinde hunharca "kalk yerine yat" diye tatsız bir cümle ile uyandırır da, siz de tek göz açık yatağınıza koşar ve gelmişinizi geçmişinizi unuturcasına uyursunuz ya, hah işte cumartesi sabahı taksiyle kendi yatağım arası aynısını yaşadım ben de. Telefonu unuttuğumdan bir haber uyudum direk.

Derken bir de uyandım, telefonum yok. Hemen arkadaşlarıma ulaştım, paslaşmalar sonrası taksinin ait olduğu durağı bulduk, devamında da aradık tabi durumu anlatmak için. Bulunan bir telefon olmadığını söylediler. Telefonun şarjı olmasına rağmen kapalı sinyali vermesinden ötürü ben dedim yürüttüler benim can yoldaşını. İnsan gerçekten tanıdığı biri vefat etmiş kadar oluyor bu arada. Derken taksi durağına tacizimiz bitmedi, çünkü iki ihtimal var ya taksicide ya da taksiye bizden sonra binen herhangi birinde. Bu olayı sizin de başınıza gelirse(ki bu bir "düşmanım başına gelmesin" durumu ) diye anlatıyorum.
İphone kullandığım için kendimi bir nebze şanslı sayabilirim, çünkü telefonu hacklemek o kadar kolay olmuyor, ama iphone' umu bula da yok yere güvenmeyin telefon internete bağlanmadıkça sinyal vermiyor.

Kalktık gittik karakola, tabi o ayrı bir uğraş, çünkü taksiden indiğiniz yerin hangi karakola bağlı olduğunu öğreniyorsunuz. Bu tip olaylar polis nezdinde faso fiso görüldüğü için ilgilenmek istemediklerini de belirtmek isterim. Zorla kayıt açtırdık desem yeridir ama bizim memlekette normal, allah turistin başına getirmesin böyle şeyleri, ya da turistken getirmesin.

Her neyse polis de sağolsun bir aradı durağı, olay karakola intikal etti diye bilgi verdi. -Ki bu en önemli detay birazdan anlayacaksınız. Kayıp diye kayıt açılamadığından çalıntı diye açabiliyor ve taksiciden şikayetçi olabiliyorsunuz. Benim gibi uzun yol için taksiye binecekseniz, ya da uykunuz varsa falan mutlaka bir yere not alın taksi plakasını, en önemli olay o. Ya da hangi durağa ait olduğunu bilin. Polis telefon çalıntısında hiçbir işlev görmüyor arkadaşlar, öyle FBI CIA dizisi gibi takip yapıp telefonunuzu da bulmuyor, ha dinlemeyi biliyorlar o ayrı da vatandaşı bu konuda çok sallayan yok.
eğer telefonu kapattırmak istiyorsanız, 0 312 294 94 94 diye bir numara var, o numarayı arayıp IMEI numaranız ile işlem yapıyorsunuz. Onun için de karakola gitmenize gerek yok yani, kapattırdığınızda telefon kimseye yar olmuyor.
Benim telefon bu sabah çıktı meydana tabi o sevindirici kısmı. Bulunmasını ise şuna borçluyum, telefonu yürütmeye çalışan taksici arkadaşın polis tarafından arandıktan sonra tırsması ve telefonu okutmasının uğraştırıcı olmasını düşünmesi. Zira her ne hikmetse telefonumu sıfırlanmış bir şekilde buldum, bir nebze de olsa yol katetmiş kendisi, ama aklınızda olsun eğer taksicideyse biraz darlamayla ve polis desteğiyle siz de geri alabilirsiniz, tabi biraz da şans lazım.
Polise gidip şikayette bulunmanız gerekiyor, oradan olay savcıya intikal ediyor. Öyle imei nosundan falan da bulup size teslim edilmesi için onunla ilgilenecek "tanıdık" bir arkadaşınız olması gerekli.
Ben neyseki olayı yara almadan atlattım, yapabileceğiniz en iyi şey malınıza sahip çıkmanız, ikinci şey ise taksi kullanıyorsanız mutlaka plaka ya da durağı bilerek binmeniz. Kimsenin günahına girmeyin, ama kimseyi de kendiniz kadar ahlaklı ve dürüst sanmayın. Bana ders olan size de olsun diye yazdım bu yazıyı.
Ha bu arada olayın gerçekleştiği taksi Zekariyaköy Villa taksinin taksisiydi. Sabahın köründe, durağa bıraktığımız arkadaşımın numarasını arayıp savcılığa falan vermişsiniz telefonu şurdan alabilirsiniz demişler.

Yolunuzun karakola düşmemesi, ya da kötü niyetli insanlarla karşılaşmamanızı diler iyi günler dilerim!



22 Nisan 2016 Cuma

Hoşgeldin 25!


"Ey, benim iyimser hallerim,
Çabuk aldanışlarım,
Hep inanışlarım,
Alttan alışlarım,
Hatayı hep kendimde buluşlarım,
Değmeyecekleri kafama takışlarım,
Yoktan yere, akıp giden gözyaşlarım,
Herkesi, insan yerine koyuşlarım.."

Bir takvim yılını doldurunca yaş almamalı insan, hiç adil değil. Çünkü yaşa bağlı değil yaşayışa bağlı büyüyoruz. Sorsan 35 hissediyorum, baksan 15(!) gösteriyorum. Nerede kaldı şimdi 25 :)

Hayat dediğimiz tecrübelerin toplamından oluşurmuş, ben de en çok buna değer veriyorum. Ne istediğini en iyi ihtimalle bulabilmek için hep istemediklerini görmek gerekiyor. Doğrusunu isterseniz ben gayet güzel bir hayat yaşadım, her anından keyif aldım o yüzden gözlerimi şimdi kapayacak olsam; -durun birkaç işim daha vardı demem, ama tabi yaşadığım sürece de yapacak bir şeylerim hep var olacak, ben yaratacağım biliyorum. Hepinizin her yaşının bir öncekinden unutulmaz olmasını en içten dileklerimle diliyorum, samimiyim. 

Zira 24 benim için muazzam geçti, 25 in altta kalmaması için çok şey yapmam lazım. Tabi ağız yakan çıkarımlarımda olmadı değil 24' te. Zaten ben hiç düz çizgide giden hayat sevmedim, biraz iniş çıkış herkese lazım. 
Ama bu inişlerden elde ettiklerimizi düzlüğe çıktığımızda unutmamak lazım. Size anlatayım 24' ün neler öğrettiğini, belki lazım olur: 

Ben sevgimi gösterdiğimde fazlasını aldığımı gördüm, insanların sevildikçe kendilerini ve başkalarını sevmeyi öğrendiğini, ve bazı insanlarında- ki onlar bazen insanlar- sevginizi suistimal edebileceğini. 
Hayatta yanlışın sadece yanlış doğurduğunu anlattı bir arkadaşım, anladım ki yanlış bulduğun ne varsa kesip atmak gerek hayattan çünkü doğru olması için uğraştıkça kendiniz ve zamanınızdan yiyorsunuz sadece. 
Büyük sevgilerinde bitebileceğini, hayatın devam ettiğini yüzünüze çarpan rüzgar başınıza geçen güneş gibi benzer bir tabiat olayı ile anlayabileceğiniz gibi sokakta top koşturan çocukların yüzünüzde oluşturduğu tebessüm ile de anlayabileceğinizi gördüm. 
Unutmak için bazen içmenin, geceleri yatakta dönüp durmaktan daha iyi olduğunu anladım. 
Yol gitmenin beni iyileştirdiğini ve müziğin kulakta değil ruhumuzda olması gerektiğini anladım. 
İçimdeki gezgini keşfedip onu beslemenin bana çok güzel hikayeler bıraktığını ve hep bırakacağını anladım. 
"Olmuyorsa zorlama", " Boşver" dedikçe aslında bir şeyleri bırakmadığımı aksine kalan şeylere daha fazla tutunduğumu gördüm. 
Güzel insanlar biriktirmek hep önemliydi, ama dönüp ardıma bakınca o insanların, gerçekten güzel olduğunu gördüm. 
Gidenlere takılmamayı, gelenleri hoş karşılamayı, sevgiyi temel almayı, ama en temele yani merkeze her zaman kendini koymayı öğrendim. 

Ben kendini şanslı sayanlardanım, çünkü benim bana sevgisini sonuna kadar veren, hissettiren bir ailem var, elbette onlarla da arada yağmurlu günler yaşıyoruz ama genelde güneşli gidiyor. Çünkü aile demek biri yağmura tutulmuşken ona güneş açtırabiliyorsan değerli. Ailem dediğim insanların içinde kan bağım olmayanlarda var. 

Uzun lafın kısası şu; 

Ey benim çok sevdiklerim
Kıymet verdiklerim 
Beni ağlarken güldüren
Gülerken ağlatanlarım! 
Hepiniz iyi ki varsınız, 
İyi ki hayatımdasınız. 
Bana iyi ki yaşıyorum dedirten
Sizlersiniz. 
Teşekkür ederim! ! 

Hadi bakalım 25 gel şimdi, ne senden korkuyorum, ne de hayattan! Aksine meydan okuyorum yaşayacağım her olumsuzluğu olumluya çevirebileceğime dair, çünkü benim arkam sağlam ! 

İyi ki doğdun Diloş, seni seviyorum :) 


14 Nisan 2016 Perşembe

BOŞVER BE!!

Dünyalar tatlısı bir anneanneye sahibim, eskilerin yarı dominantı şimdilerde bir komedyen edası ile geziniyor etrafta. Bakmayın doğuştan yeteneği varmış bu konuda aslında, hani şu 'sense of humor' dediklerinden. Bütün aile o genetikten az çok nasibini aldı. Her neyse, asıl anlatmak istediğim konu başka, anneannemin insanlığa en büyük nasihatı olan ünlü lafı;

Boşver be, boşvermeden hayat mı geçer!

Bilmiyorum o ömrü boyunca ne kadar boş verebildi, ne kadarını ciddiye aldı ve ne kadarını kaldıramadı. Biliyorum hepimizin bambaşka sorunları var, benimkiler size, sizinkiler bana az gelir anlatsak birbirimize. Dert için ne derler bilirsiniz;  
"Dert çük gibidir, herkes en büyüğünün kendisinde olduğunu sanır" 

Hayata şöyle bir baktığımızda ne çok dert var değil mi? İşler, eşler, çocuklar, arkadaşlar, mekanlar, zamanlar ve tabi en önemlisi sağlık. Umarım hiçbirinizin sağlık ile alakalı bir derdi yoktur, çünkü kimsenin sağlığıyla imtihan edilmesini istemem. 

Tuhaftır boş vermeyi ben de umursamamak sanardım fakat sonradan farkettim ki o aslında bir şükür sözcüğü. İşini mi kaybettin, boşver be eşin var! Terk mi edildin, boşver be dostun var! Dostunun kazığını mı yedin, boşver be ailen var! Aşık oldun da karşılık mı bulamadın, boşver be ileride seni bekleyen daha güzel bir aşk var! O çok sevdiğin deniz ülkesine mi gidemedin, boşver be önünde gidebileceğin günler var! Sağlığından olsan bile, boşver be hayata tutunmak için hala sebepler var! 

Hayatta elinde olanlara bak be, bir kere de kaybettiklerine değil de hala sahip olduklarına bak. Hiçbir şeyin olmadığını mı düşünüyorsun, elinde bu "hayat" var be! Bak işte, gör işte! 

Hayır ben Pollyanna falan yemedim yanlışlıkla. Sadece reddediyorum bütün bırakışları, bütün içe kapanışları, reddediyorum vazgeçişleri, başkasından değil kendinden gidişleri. Reddediyorum istenmeden mahkumu olunan hayatları, mutsuz geçen günleri! 

İstiyorum ki farkına varsın herkes, istedikleri şeyler yalnızca "insanca" ve hiçbir kabahat yok bunda. Pişmanlıkla zaman kaybetmesinler istiyorum, olmayana takılmasınlar, olacağı olanı oldurmak için çabalasınlar istiyorum. Hayat kısa diyorum, kuşlar uçuyor Cemal diyorum, ama anlamıyorlar maalesef. Prangalarla yaşıyorlar, her şeye alışıyor ve idare hayatlar sürüyorlar. Lafım sürenlere, hepinize değil. 

İstiyorum ki, mutlulukları için, yeri geldiğinde karşılarına çıkan zorlukları, engelleri, kara geceleri, hüznü, kırgınlığı, aldanmışlığı boş verebilsinler. İnanıyorum ki bir gün en azından birkaçınız sizi üzen şeylere boş verip, sizi mutlu edenleri ciddiye almayı öğreneceksiniz.

O gün gelene dek; Siz üzülmeyin, en kötü ben varım be! 




4 Nisan 2016 Pazartesi

Kötü Günler

"It's not the destination, it is the journey"


Bilmem bilir misiniz bu lafı, ben uzun yıllardan beri biliyorum ve de sonuna kadar katılıyorum. 
Mühim olan varılacak yer değil, yolculuğun kendisi diyor.
Her birimizin iyi kötü bir hayatı var, inişler ve çıkışlarla dolu. Hayatınız iniş kısmına geçtiğinde kendinize en çok hatırlatmanız gereken şey bir de çıkış olduğu, çünkü biliyor musunuz her hayatta var bunlar. Hep iyi günler yok, her gün güneş açmıyor, ya da her gün mutlu uyanmıyor insan. Sorunlar yaşıyor, ayrılıklar, terkedilmeler/terk etmeler yaşıyor, yanlış zamanda doğru kişiyle karşılaşıyor yahut doğru zamanda yanlış kişiyi buluyor, olmayacak aşklara tutuluyor, aldatıyor/aldatılıyor, affediyor/af diliyor, yanlış işin başında hayatını geçiriyor/doğru işi buluyor, müdürünü sevmiyor/terfi alıyor, beş parasız da kalabiliyor/köşeyi de dönebiliyor, nabız çizgisi gibi bir aşağı bir yukarı devam ediyor hayat. 

Ben kötü günlerden korkmayanlardanım, aksine biraz sevenlerdenim o günleri hatta. Kalbimde kırılsa, beş parasız da kalsam, kazık da yesem, verdiğim değeri göremesem de, aldatılsam da eyvallah diyorum, Mazhar' dan öğrendim eyvallah deyince geçip gidiyor. Şaka bir yana gerçekten hayatıma değen herkesi gülümseyerek teslim ettim geçmişe, hiçbiriyle alacak/verecek hesabımız yok, söylenmemiş bir sözümüz ya da yaşanmamış bir günümüz yok. Aksine biten her şeyin vadesi dolduğu için bittiğini düşünenlerdenim ben. Bu yüzden de eksik bir şey kaldığına inanmam bitmişliklerde. En güzeli de bitmiş şeye kafayı takmamam, bir şeylerin bitmesine izin verdiğiniz ölçüde özgür kalıyorsunuz. Bazılarınızın o kadar kolay bırakamadığını da biliyorum, bunun sebebi bana kalırsa çok sevmeniz ya da bağlanmanız değil, ayrılığa hazır olmayışınız. En temel sebebi ise yalnızlığınızdan kaçışınız. Ama tabi sizi de en iyi ben bilecek değilim ya. 

Kötü günlerin en sevdiğim yanı ise ardından gelen iyi günler. Unutmayın her kışın sonu bahardır, baharın sonu da yaz tabi. Ve kendinizi bir yaz günü Güney İtalyanın Lecce kentinde yüzünüzü güneşe vermiş, yanınızda dostunuz/dostlarınız/aşkınız ile elinizde en sevdiğiniz şaraptan bir kadeh varken bulduğunuzda, esen ılık rüzgarla içiniz ısındığında yahut denizde oynayan insanların cıvıltıları içinizi çoşkuyla doldurduğunda, yazın kokusu burnunuza buram buram çalındığında, kadehinizi başınızdan geçen kötü günlere kaldırmayı unutmayın derim. 

Belki sizin iyi gün tasviriniz başkadır, ama tavsiyem iyi gün resminizi çizin, onu renklerle kuşatın, en az bir boyama kitabı kadar hayatınızın da renklere ihtiyacı var.. Ve o resmi hep içinizde aklınızda saklayın, ne vakit bir kötü günle karşılaşsanız açıp resminize bakın, sizi orada bekleyen o güzel resme. Resim çizmekten ya da hayatı boyamaktan korkmayın. 

Gidilecek yeni yerlere, tanışılacak yeni insanlara, başlanacak yeni işlere, yaşanacak yeni aşklara..

Kötü günlerden geçen herkesin gelecek iyi günlerine kaldırıyorum kadehimi ve ekliyorum bağıra bağıra; 

Dolce Vita! 








18 Ocak 2016 Pazartesi

Vazgeçmek

"özgürlük, vazgeçmeyi öğrendiğinde gelir" 
Böyle diyor Madonna " Power of Goodbye" adlı şarkısında. 

Peki biz ne zaman "bırakamaz" olduk çoktan biten şeyleri? Çevremdeki ilişkiler birbirinin farklı versiyonlarını oluşturuyor. Giriş, gelişme ve sonuç çoğu zaman aynı, yaşlar ve yaşantılar değişiklik gösteriyor bazen, hepsi bu. 

Herkes kendisini sevecek bir insanın peşinde, sevmekle hiç ilgisi olmayanlar bile. Sevgilerin girdiği açmazlar ise akıl alır gibi değil. Biliyor musun; 

"Yanlış doğruyu getirmiyor, yanlış sadece yanlışa gidiyor" 

Ben biliyorum, bilmeyenlerin ise en kısa sürede öğrenmesini temenni ediyorum. İlişkilere her zaman kolay başlanmıyor belki ama yanlış bile olsa çok zor bitiriliyor. Acaba bu optimist bakışımızdan mı kaynaklı, yoksa romantik oluşumuzdan mı? Yoksa sadece hırsımızdan mı? 

Çoğumuzun bir ilişkiden doğru dürüst bir beklentisi bile yok, beklentiyi düşük tutarsak mutluluk çabuk gelir sanıyoruz ama öyle de olmuyor açıkcası. Bir çoğumuz kendimize değer katacak insanları istiyoruz yanımızda, sohbetiyle, hayata bakışıyla, enerjisiyle bize katkısı olsun istiyoruz, aklına güvenebileceğimiz insanlar istiyoruz. Toplumda gurur duyabileceğimiz adamlar ve kadınlar hayal ediyoruz, beklentiyi düşük tutmak bu yüzden işe yaramıyor zaten çünkü hayallerimizi hep yüksek tutuyoruz. Ama tabi sınırlı sayıda "ideal insan" üretildiği için çoğumuz çoğu zaman o kişileri hayal sanıyoruz. Ve çok da beğenmediğimiz insanları belki istediğimiz formlara dönüştürebiliriz diye hayatlarımıza alıyoruz. Yarım yamalak insanlar oluşuyor sonra, çünkü kendiliğinden olmayan, kendine döner eninde sonunda. Tüm bu süreç boyunca saat işliyor, zaman geçiyor ve "uzun ilişki" süresine uyan bir ilişkiniz oluyor. İşte ayrılmak tam da bu noktada imkansızlaşıyor. Emek verdim sanıyorsun, onca şey yaşadık diyorsun -ki çoğu zaman yaşanmaması gereken onca şey yaşanmış oluyor- düzeltebiliriz diyorsun, ha gayret diyorsun, farkına varmadan hırslanıyorsun, ayrılığı bir yenilgi sayıyorsun, ayrılacaksan karşındaki acıdan gebersin ayrılıktan sonra istiyorsun. Herkese inat en çok da kendine tabi, ilişkiyi bitirmiyorsun. 

Sonra ilişkin bir enkaz oluyor; ya göçük altında sen kalıyorsun ve birileri sesini duysun istiyorsun ya da göçük altında yaşayan birilerinin sesini duymaya çalışıyorsun. Oysa batık müteahhitten evi bile isteye sen satın almıştın, hatırlıyor musun?


Kansere yakalanmış ve hiç ümidi olmayan hastalara dönüşüyor bir zamanların sağlıklı insanları, mutsuz dört duvarlar, hücrelerini yiyor içten içe, duvarlar değil de insanlar oluyor rutubet bağlayan. 

İlişkiler eğer çok da uygun olmadığınız insanlarla yaşanıyorsa bir bırakma zamanları oluyor. İşte o zaman bütün cesaretinizi toplamalı, hırslarınızı bir kenara koymalı ve özgürlüğünüze kavuşmak için bırakmalısınız. Alışkanlıklar güzel ama ertelenen hayatların bedelini ödemez yaşam. 

Acınıza da bir duble rakı basar, bir kuple Yılmaz okursunuz;

"Bir aşka yetecek kadar, 
ve anımsatacak kadar 
sebepsiz bir ölümü
acılarımız 
ve kafiyelerimiz var

işte hepsi bu kadar"