20 Ekim 2015 Salı

"Mutlu aşk yoktur"

"Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi
Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri
Ve hemen can verdiler iri gözlerin için
Mutlu aşk yoktur"


Böyle demiş Aragon tahmin ettiğiniz gibi bundan yıllar yıllar önce. Aşkın doğasından kaynaklıdır bu belki, acı ile beslenmeyi sevmesinden, ya da belki bizlerin yüzyıllardır sevmei bir türlü öğrenememesinden. Sevmenin zorluğundan kaçıp, sevişmelere sığınmaktan ve bu yüzden sığ kalmaktandır belki, elimize yüzümüze bulaştırmamız aşkı. 

Belki de aşka yüklenen şu mutsuzluk kavramının ta kendisidir asıl sebep. "Eğer mutluysan aşık değilsindir" klişesi yüzündendir güzel aşkları harcama nedenimiz. Ya da belki de mutlu ya da mutsuz bir "aşk" yoktur kimbilir. Kimse bilmez, ve bunu da en güzel Mehmet     Güreli söyler. 

Sorgulama bir yana, sanırım biriktirmekten çok harcamayı seviyoruz bütün güzel duyguları. Ne kadar içine edilebilirse o kadar etmek gerek diye düşünüp, başta güzel olan her şeyi bir yıkım olarak bırakıyoruz tıpkı senelerce savaş yüzünden bitkin düşmüş, geriye yalnızca kurşun izleri kalmış bir kent gibi, Beyrut gibi mesela. Bu işte nasıl bu kadar başarılı oluyoruz biz bile şaşıyoruz, şaşıp kalmalar üzerine şiir bile yazıyoruz. 

Sonra "bir zamanlar" diye bir kavram yerleşiyor gözlerimize, eskiye ait ne görsek, bir zamanlar bakışı fırlatıyoruz, ne sevmiştim seni, nasılda kardeş gibiydik, ne çok acı çekmiştim senin için vs vs. Ve kalıyor gözlerimizde yaşanmışın izi. Bize de ne varsa hesabı ödeyip gitmek düşüyor. İnsan tam da böyle yaşlanıyor işte, yıkarak, ve arkasını döndüğünde gördüğü harabeden utanarak. 

Bu yüzden hiç şaşırmıyoruz, "bir zamanlar" en yakın olduğumuz insanın en mutlu gününde  bizi yanında istemeyişine de, "bir zamanlar" tarafından sevildiğimizi düşündüğümüz kişilerin "kısacık zaman" sonra başkalarını seviverişlerine de.

Ama yine de Aragon diyince "bir zamanlar" bizi Aragon ile tanıştıran turuncu saçlı bir kızı hatırlıyor, ve geçen zamanlara minnetle bakmayı öğreniyoruz her nasılsa..

"Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır benim yaşamaya katlanmam
Sevgilim"

29 Eylül 2015 Salı

The road never ends.

Hayatınızın bir roman olduğunu düşündüğünüz olur mu hiç?
Ben sıklıklıkla düşünürüm, hatta buna inanmış vaziyetteyim sanırım. Herkesin hayatı okumakta olduğu bir roman, sonunu henüz bilmediği. En güzel kısmı ne biliyor musunuz?
Bu hikayenin kahramanı sizsiniz. Prensesi kurtarmak için ejderhayla savaşan da, uzun yollar katedip evine dönmeye çalışan da sizsiniz. Hayatta kalma mücadelesi verdiğiniz bir romanın içindesiniz.

Onca şey yaşıyoruz hayatımız boyunca, eminim her birinizin anlatacak tonla hikayesi söyleyecek onca sözü vardır. Haksızlığa da uğradık hep beraber, arkadaşlarımıza gereğinden çok değer verip niçin mutlu günlerinde yanlarında bizleri istemediklerini de sorguladık, biliyorum hepimiz farklı kentlerde bir şeyler bulmayı umut edip, ve başka tenlerde bize uymayan ilişkiler yaşayıp, bulduğumuzu sandık ve mutlu olduğumuza inandık. Ve biliyorum hepimiz sonunda aynı acıyı duyduk, çünkü hayatta mutluluğun ve acının ortak bir dili var. Sevinçlerimiz ortak, tıpkı gözyaşlarımız gibi. İki farklı kentte birbirinden ayrı iki insanın aynı adama ağlaması bundan, ve iki birbirini hiç tanımamış insanın aynı olaya yaşadığı sevinç.
Ve iki insanın çoşkunluğundan bir isim doğar bazen. Adına ne dersek diyelim, içimizde aynı güzelliği uyandıran.

Dinlediğimiz şarkıların bizde uyandırdığı ortak melodiler olduğuna da eminim. Kinlerinize ortak değilim, ama öfkenizi çoğu zaman anlayabiliyorum çünkü benim kitabımın yazarı da sizinkinden çok farklı değil. İsterdim kendi hikayemi açık yüreklilikle anlatabilmeyi, hepinizin istediği gibi. Sırlar insanı tutsak ediyor, en yüksek tepelere çıkıp haykırmak istiyoruz çoğumuz şu an biliyorum. Yedi milyar kişi aynı toprak parçasının farklı iklimlerini yaşıyoruz, anlıyorum. Kültür farklılıklarımız olsa da birbirimize ne kadar yakın olduğumuzun farkında mısınız?

Ortak dilimiz duygularımız, mantıklı yaşamak için elimizden geldiği kadar çabalasak da, sanırım kendimizden kaçamıyoruz. Ve kahramanımız her gün yeni bir hikaye potansiyeli ile uyanıyor. Hayat işte sırf bunun için yaşanılabilir geliyor, yaşamın gizemi yine yaşamda saklı. Yeter ki doğru tepeden bakalım.

Ne yaşarsak yaşayalım, hikayemiz ölümüne kadar hayatta olmak. Ne getireceğini bilmeden, riskleri göze alarak, ve geçmişe gülümseyerek bakarak. Hepimiz kendi iç yolcuğumuzun yorulmak bilmez yolcularıyız. Bu yüzden en çok kendimize sarılmalı ve sığınmalıyız.

Bir sonraki hikayede bizi nelerin beklediğini bilmemenin verdiği gizemle, yolculuk ediyoruz kendi içimizden, dış ülkelere..

Bu da yazının şarksı;
https://www.youtube.com/watch?v=XMLmYmPsUSs


15 Mart 2015 Pazar

Perfect Sense

Hiç duyularımızı yavaş yavaş kaybetseydik hayat neye benzerdi diye düşündünüz mü?

Önce koklamayı yitirseydik, yağmur öncesi toprak kokusunu alamasaydık bir daha, ya da bahar geldiğinde açan çiçeklerin kokusu, ya sevdiklerimizin boyunlarındaki parfüm kokusu, ya tenlerinin kokusu, sevdiğimiz yemeklerin kokusunu yitirseydik, hepsi ama hepsi gitseydi.. Kokular beynin hafıza bölümüne çok yakın olduğu için anılarımız da yiterdi yavaşça. Bir kolonya kokusu beni ilkokul sıralarına götürmezdi, annemin kokusu çocukluğuma döndürmezdi, tanımadığım bir adamın burnuma çalınan kokusu büyük aşkımı anımsamama neden olmazdı. Sonuncusu belki iyi olabilirdi gerçi ama yine de ben çok sevdiğim koklamak duyusundan vazgeçemezdim. Sevdiklerimi koklayarak öptüğümdendir belki, belki de bilinçdışı başka sebeplerden kim bilir..

Peki ya sonra tat alma duyumuz yokluğa karışsaydı? Yediğimiz yemeklerin hepsi aynı olsaydı, sanırım hayatta kalmak için yemek yerdik tat alamasaydık. Bir düşünsenize içtiğimiz kaliteli şarapların bir önemi yok artık, ne içsek aynı çünkü ya da et, sebze, baklagil tüketmenin manası yok, -vücut sağlığını gözardı edersek tabii- hepsi aynı lezzette, kuru ekmek de yesek aynı. Bu mantıkta biriyle tanışmıştım seneler önce, bu mantığa da karşı çıkmıştım "ne demek hayatta kalmak için yiyorum! " diyerekten, kendisi hala aynı görüşte olduğundan sabah ve öğlenlerini iki dilim ekmek arasına koyduğu peyniri mikrodalga fırında ısıtıp yiyerek devam etmekte. Bense hala karın doyurmaktan daha önemli olanın lezzet ve sunum olduğuna inanmaktayım. Zira tat duyumu kaybetseydim, yine de restoranlarda yemek yemekten vazgeçmezdim. Yemek işi sanattır, ve bazı yemekler şiirseldir bayım, siz ister inanın ister inanmayın :) Kötü yanı herhalde anılardan vazgeçmek olurdu yine çünkü tat alma duyumuz da hafızaya çok yakın, bu yüzden yediğimiz şeyler bazen bize zamanda yolculuk yaptırabiliyor. Mesela ben çilek-karamel ve çikolata üçlüsünden oluşan dondurma yediğimde Aydının yaza çalan bahar günlerine giderim.

Ardından işitme duyumuzu yitirseydik, kocaman bir hiçlik. Artık müzik yok, Nietzsche sağır olsaydı acaba yine de savunur muydu 'müziksiz bir hayatın hata' olduğunu? Ane Brun yok, Ella Fitzgerald yok, Frank Sinatra yok, Sting yok, Chava yok, Mazhar, Ortaçgil, Birsen Tezer, Zeki Müren, Müzeyyen abla ve  aman Allahım Sezen yok! Sonuncusu beni diri diri mezara koymak gibi bir şey. Bunun yanında insanların sesleri yok, düşünsenize kadife sesli bir adam tanımışsınız ama sesinden haberiniz yok. Tonlamalar gitmiş, mimiklere gerek duyulmaz olmuş, elde olmadan kalın çıkan ya da incelen sesler yok. Haluk Bilginer' in o bilgelik kokan ses tonu artık yok. Bütün hayatınız bir düzyazıya dönmüş.

Takdir edersiniz, sıra geldi görme duyusuna. Ya sonsuz bir karanlığa bürünseydik, üstelik koku alamıyor, tat alamıyor ve duyamıyorken. Artık mevsimler yok, güneş ay yıldızlar, hiç bir tabiat olayı yok artık. evlerin şekilleri, dekorlar önemli değil. Irkçılık da yok, çünkü ten rengi yok, izlenecek filmler yok. Arabaların görünüşlerinin hiç bir değeri yok, ve kıyafetlerimizin. Ne giydiğimizin önemi yok, sonuçta hep birlikte kör olduk değil mi? Ben sanırım en çok yıldızların alınmasına kızardım, acaba onların görüntüsünü ölünceye dek zihnimde saklayabilir miydim? Ömür boyu aşkını unutmayan insan var, sanırım ben de yıldızlarımı hatırlayabilirdim.

Ve son olarak, dokunma duyumuzu yitirseydik. İşte şimdi yaşamı komple elimizden almış olurlardı. Çünkü dokunduğumuzu hissedemediğimizi düşünsenize, gözyaşımızı hissetmiyoruz, kitabı, çiçeği, insanı en önemlisi sevgi ve aşkı hissetmiyoruz. Ömür boyu uyuşmuş el-kol düşünün, yürüdüğünüz yolu hissetmediğinizi, baygınlık öncesi olduğu gibi. Dünya bomboş ve karanlık. Artık yaşamın değeri yok, çünkü bütün duyularımız öldü, biz bile varlığımızı birbirimize kanıtlayamayacak haldeyiz.

Bu duyuların kaçına sahip olmasaydınız yaşayabilirdiniz ?  Ya da sorsalardı hangilerini feda edebilirdiniz ?
Zor soru değil mi, bence de öyle. .
İyisi mi, sahip olduklarınızın kıymetini biliniz..

11 Mart 2015 Çarşamba

ÜVERCİNKA


Cemal Süreya ilk evliliğini ortaokul aşkı Seniha ile yapar, birbirlerine 'gibisi olmayan adam' ve 'gibisi olmayan yar' diye seslenirler. Yani kimse onlar gibi olamaz, kimse Cemal'e yahut Seniha' ya benzeyemez. Öyle sevmektedirler birbirlerini, arkadaşlarına yolladıkları mektuplara bir cümle Cemal yazarken öteki cümleyi Seniha ekler, her şey ortaktır onlar için. Zaman geçer, evlilikleri umdukları gibi gitmez olur, arkadaşı Hasan Basri' ye bir mektup yazar başım dertte diye yakınır ve onu Eskişehir' e çağırır. Cemal burada memurluk yapmaktadır, Hasan Basri arkadaşına ne olduğunu merak eder ve atlar gelir. Bıçak açmaz ağzını Cemalin, sanki mektubu yazan o değilmiş gibi derdinden bahsetmez, Basri de soramaz. Derken Hasan Basri' nin gideceği gün Cemal onu iş yerine götürür, ve az ötede duran sarışın bir kızı gösterir..

Kimsenin ne adını bildiği ne yüzünü gördüğü genç kızla tutkulu bir aşk yaşadığı rivayet edilir Cemal' in, soyadındaki y harfini kaybetmesi de bu kızla tutuştuğu bir iddiayı kaybetmesi sonucu gerçekleşir ve ömür boyu kıza olan aşkının sembolü olarak tek y harfi ile dolaşır Cemal. Kız üniversiteye hazırlanmaktadır ve geçici olarak dairede çalışmaktadır, tanışmaları bu vesile ile gerçekleşir. Bu sırada Cemalin karısı hamiledir, doğrusu nedir bilinmez ancak bir rivayet der ki kız terketmiştir Cemali, öteki der ki Cemal bırakmıştır kızı bir Ağustos akşamı ve demiştir ki; "Acıların adını, Ağustos koymalılar.."

İlişkileri bittikten sonra kız İstanbula üniversiteye gider, ikili birkaç kez orada da görüşür. Cemal ise kendisine şöhreti getiren şiiri kaleme alır; Üvercinka' sını satırlara anlatır. 1956 yılında Hasan Basri de şiirin yayınlanması ile anlar Cemalin başındaki derdi böylelikle.

Denilen o ki, hiç unutmaz Üvercinka' yı Süreya, hep taşır yüreğinde, yaşadığı müddetçe de takip eder gizliden, bilgi alır onunla ilgili. Ve bir röportajında Üvercinka' yı sorduklarında ona, o da bana özel der.


Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu
kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse
değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil


Bazı şiirlerin okunmadan evvel hikayesi bilinmelidir, yoksa bir şeyler hep yarım kalır. Yazana ve yazdırana saygılarımla..




4 Mart 2015 Çarşamba

Sobe


Kalabalık içlerinde, 
yalnızlık kocaman olmuş içlerinde.
Yorgunsun aslında sen de.
Kesiliyor nefesin birdenbire
Kaçıp gitmek istiyorsun 
Kendini bırakamıyor insan,
Unutamıyor bir çay bahçesinde
Ya da çamaşır makinesinin içinde
Kaçtıkça kendine yakalanıyor
Sen ebe oluyorsun
Dunyanın kalanı 
Sobe

14 Şubat 2015 Cumartesi

'Sevgi'liler Günü

"Ne kötüdür insanın aklıyla yüreği arasında çaresiz kalması.
Ne kötüdür an kadar yakın, bir asır kadar uzak olması. Ve bilir misin?
Ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması.
Ben deyip susması, sen deyip ağlamaklı olması. "
    
                                                                                                                 Mevlana
"Cennet için men eden aşıkları didardan 
Bilmemiş kim cenneti aşıkların didar olur" 
                                                                                                                 Fuzuli
Sen ela gözlerinde yeşil hareler,  
sen büyük, güzel ve muzaffer 
ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin…

                                                                                                                 Nazım Hikmet
Her şey biliyor her şey
Sen biliyor musun bakalım
Seni nice sevdiğimi?
Üstüne titrediğimi?
                                                                                                                 Cemal Süreya
gözlerin gözlerime değince
felâketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felâketim olurdu ağlardım

                                                                                                                   Atilla İlhan


Sevgililer Günü için agresif bir tutum sergilerdim önceleri, hala aramız iyi değil kendisiyle. Samimi bulmuyor ve göstermelik olduğunu düşünüyorum. Hediye alınmasını anlayamıyorum, insan sevdiğine dünyaları vermek ister bana kalırsa, her şey ortada olur, gördüğün şeyin ona ait olması gerektiğini hisseder ve alırsın, bunun adı da hediye olamaz, ; "Bir de baktım senin olması gerekeni vitrine koymuşlar, durur muyum hiç, önce tartıştım siz benim sevgilime ait olanı nasıl sergilersiniz yahu diye, sonra da aldım hemen."

Ama eminim çoğu sevgili bu sevgililer gününde eş hediyeler almak zorunluluğunda kaldı, yani beğendiği şey maddi olarak ne küçük olsun ne büyük olsun istedi, dengi dengine durumu. Ha bazı sevgililer de içten pazarlılığından yaptı bunu, o bana doğum günümde şu kadarlık bir şey aldı ben de ona bu kadarlık alacağım hesabından belirlendi bazı hediyelerin limitleri. 

Bu sevgiler fazla hesap kitap işi oldu zaten, sevgililerin ilk sorgusu; "Ben seni seviyorum ama dur bakalım sen de beni, benim seni sevdiğim kadar seviyor musun?" oldu, oysa adına ister aşk ister sevgi deyin, hesabı kitabı olmazdı önceleri. Görün diye yazdım; Nazım nasıl sevmiş, Süreya ne adammış, Fuzuli ve Mevlana farklı bir aşk peşinde olsalar bile neler hissetmiş, ayrılık bile sevdaya dahilmiş onların nezdinde, sevmeyi kutsal bilmişler, sevmek sanattır zaten ya, anlayana. Birini sevince, bildiğiniz tek şey sevmek olsun isterdim, ama matematiği ilkokulda sevmekten önce öğrendiniz, iyi birer muhasebeci olarak yetiştirildiniz. Veresiye defterlerinizle baş başa bıraktım ben sizi, zaten siz pratikte sevgi nasıl yaşanır öğrenmek için fazlaca geç kalmıştınız, haybeye bir uğraş olurdu uğraşsaydık. 

Bu günlerde kızmıyorum bu ticarileşmiş sevgilere de, günlere de, çünkü farkettim ki bu işten kazanan çok. Esnaf bir yandan kazanıyor, kapitalist sistem son derece memnun halinden, e şimdi bu iş için istihdam da artıyor, afişler sloganlar derken ajanslarda nemalanıyor, pastacısından çiçekçisine kadar iş var bugün, ha bir de sevildiğini görmeyi bekleyen kadınlar, adamlar da faydalanıyor. Birazcık sevgi kırıntısı arayanlar var ilişkilerinde, bir çiçek ya da bir yemek aracılığıyla duymadığı sözü, hissedebiliyor. Bana sorarsanız, siz yine de her gün söyleyin seviyorsanız, ve duymaktan sıkılmayın işitiyorsanız. İlişkiniz içinize sinmiyorsa da sevgilinizi bir mali müşavirin yanına bırakıveriniz onu oradan alan birileri çıkar merak etmeyiniz. 

Şaka bir yana herkesin şairane aşklar yaşıyor olmasını yahut ilerleyen zamanlarda şairane bir aşk bulmasını dilerim. 

Hepiniz, çok seviniz! 

31 Ocak 2015 Cumartesi

Sen Orda Yoksun!

dün gece saat onikiye yaklaşırken dışarı çıktım zuzu(kardeşim olur) ile buluşmak için, mevsim kış aylardan Ocak olmasına rağmen öyle tatlı bir esinti vardı ki, sanki baharın o serin akşamlarındaymışım gibi hissettim rüzgar yüzüme vurdukça. Kulaklıkları da usulca yerleştirdim kulağıma, ama öyle bir uyum yakaladım ki deep house dinliyorum ve tiz tınılar rüzgar estikçe daha da ruhuma dokunuyor, ben de adımlarımı biraz aheste, biraz serseri biraz umursamaz atıyorum. bir elim cepte gözü kapayıp kafayı yukarı kaldırıp derin nefesler alarak yürüyorum. Gökyüzü arkadaşım olur, ne vakit gece dışarı çıksam yıldızlara bir göz kırparım, arada uydularda nasipleniyor bu işten ama bana göre hepsi yıldız işte. Neyse, Zuzu’ ya yaklaşırken, radyoyu bir değiştireyim dedim, türkçe pop pek dinlemem ama kalan iki buçuk dakikalık mesafemde dinleyeyim hadi bakalım dedim. Göksel vardı kanalda, yeni bir şarkı yapmış adı Sen Orda Yoksun. 

sözlerde şöyle diyor; 

"Siyah beyaz bir adamdı hayalimdeki resim
Kadehimi fırlattım yüzüne
Kızgınım hiç gelmeyişine
Bilmeyişine hissetmeyişine
Sen orda yoksun
Çağırdığımda susuzluğumda açlığımda sen orda yoksun
Koşsam sarılsam tutunsam yoksun
Ruhumun kara boşluğunda sen orda yoksun
Ne anlamsız ne tuhaftı
Kendime söylediğim yalanlar
Olmayacak bir rüyaya inandım
Hırçınlığım imkansızlığına suskunluğuna uzaklığına”

Evren bazen karşınıza bütün gece tartışmaya yetecek bir konuyu şarkı eşliğinde çıkarıyor. Ben sözleri düşünürken Zuzu’ ya vardım, her şeyimi bilir, hatta öyle dilimdedir ki beni yakın tanıyanlar da Zuzuyu bilir. Dedim Zuzu, hatun böyle böyle şarkı yapmış, insan hayatı beş dakikada değişebiliyor, bazen yanında olması gerekenler yanında olmuyor üstelik daha düne kadar oradalarken, bu bir arkadaş, anne-baba-kardeş, ya da sevgili olabilir. Bunları konuşurken bir baktık sohbetimizin ana konusu şu soru oldu; 

“Yahu bu sevgiler nereye gidiyor allah aşkına!” 

Hayatlarımıza insanlar dahil oluyor, ve sonra yok oluyorlar sanki bir kara delik var ve oraya çekiliyorlar -ki aynısı çoraplarım içinde geçerli fakat onlar için en azından çamaşır makinesından çok pis işkilleniyorum. Yalnızca sevgili için konuşmuyorum bu iş çok daha geniş mevzu, dönemsel yakın arkadaşlıklar kuruluyor, sonra sayfalar kapatılıyor ve bir daha karşılaşıldığında öyle uzak duruyor ki mevzu, dağ şok! (bu geyik dilime pelesenk oldu kusura bakmayın, üst düzey şaşkınlık belirtisi olarak algılayın bu deyimi) 
İçinizde bizim gibi sap çöp bırakmadan sonuna kadar seven var mı bilmiyorum, Zuzu ve ben kaptırıyoruz sevince, dünyadaki her şeyden üst tutuyoruz-ki bu gerzekliğimiz yüzünden sevmemeye çalışıyoruz aslında- ama arkadaş, sevgini gösterdiğinde kayıplar başlıyor. Ne zaman ödünler verecek olsak, sonlara yaklaşılıyor. Tabi sonra yine ayağa kalkıp devam ediyoruz Zuzu gibi bir dostu da hepinize dilerim bu arada, ölmedik daha kimse için ikimizde fakat bir de dönüp bakıyoruz ki, ulan tuz parça olmuşuz, hayda yapıştır yapıştırabilirsen şimdi. Vay arkadaş! 

Kırgınlıklar insanın üzerine yapışıyor, onları atamıyorsun, kırgınlıklara da takılıp kalmıyorsun illa ki çözüyorsun meseleyi ama eşikten atlamak her kırgınlıkla daha da zorlaşıyor, kazınıyor beynine, kalbine, benliğine. 
Ben hep yanındayım diyene tokat atasım geliyor benim, aşığım seviyorum ık bık zık diyene kafa göz dalasım geliyor. Ulan ayrılıyoruz adam sevgiden bahsediyor, yavşak ne diye ayrılıyoruz o zaman biz, niye ümit besen şarkısı trajedisine dönüştürüyorsun durumu? Hadi aşk bitti sevgi nereye kayboluyor? Onca şey yaşanıyor, sabahlara kadar muhabbet, birlikte eğlenmeler, gülmeler, çıkılan tatiller, zor zamanları paylaşmalar, karşılıklı ağlamalar, ee sonra? 

Düne kadar can ciğer olduğun insanla yarın sonsuza dek ayrılık yaşıyorsun? o sevgi nasıl pat diye bitiyor? Zamanla nasıl kayboluyor, hiç mi aramıyorsunuz hiç mi aklınıza gelmiyor, görünce tebessüm de mi kalmıyor dudaklarda? içiniz acımıyor mu yiten arkadaşlıklara, ilişkilere? bir daha hiç haberiniz olmuyor o hayatlarda neler olup bittiğine dair, düne kadar onun canı acısa senin elin kanıyordu be, bir anda her şey nasıl değişiyor? 

Biriniz yürekli olsun desin ki; aslında o sevgilerin hepsi kandırmaca, ya da, aslında şarkıda dediği gibi sen orda yoksun da biz var sanıyoruz tek taraflı sevgimizi sana da bölüştürüyor sevildiğimizi düşünüyoruz, ya da, adam gibi o sevginin nereye gittiğini açıklasın bana. Adam demişken, bu yazımı da bazı 'adam'lar üzerine alınmasın.
Haydi selametle. 

30 Ocak 2015 Cuma

Sezen' e!


Tanıyanlar bilir Sezen' i ne çok sevdiğimi, ve Sezen duyduklarında akıllarına düşmüşlüğüm olmuştur bazı sevenlerin beni. Bilmiyorum benim kadar seveniniz var mı içinizde, ama eminim eğer seviyorsanız, dinliyorsunuzdur onu. Sezen benim hayatıma tanıklık etti, o bilmez ama çok sığındım ben ona, o koca yürekli kadın şarkılarıyla kucak açtı bana.

aşık oldum, gittim ona anlattım dedim ki Sezo seviyorum yahu ama söyleyemiyorum, napcaz? Dedi ki bana;

Dilimin ucunda kelimeler
bir türlü söyleyemiyorum
dilimin ucunda kelimeler
nerden başlasam bilmiyorum.

Derken söyleyiverdim dilimin ucundakileri, yaşanması gereken her şey yaşandı ve sıra bitirmeye geldi ancak uzadıkça uzadı muhabbet, bir türlü kopamadık iyi mi! Dedim ki Sezo şimdi napcaz, dedi ki ;

Artık hayatımdan çıksan diyorum
Bu ikili delilik sona erse,
ikimiz içinde hayırlısını diliyorum.
hiç olmamış gibi davranabilmeyi
bu yokediciliği anlayabilmeyi
bir bilsen ne kadar yürekten istiyorum.
Lütfen görmeyeyim seni..

Arkadaşlarla bozulduk bir keresinde, ama nasıl su sızmıyor aramızdan görseniz, bozuştuğumuza inanamazsınız. Ben tabii koştum hemen Sezen' e, dedim ki ya Sezo, insan kardeş gördüğüyle böyle açmazlara girer mi, dedi ki;

çok zamandan beri eski dostlar
birbirini aramaz oldu
aramıza hayat girdi
yıllar bize yaramaz oldu
ağlarım geceler boyunca
anılar dalga dalga sahilime vurunca
bir selam gelince bir sela verilince
ağlarım arkadaş şarkısını duyunca

İnsanlığa inanamadım bir ara, tiksindim insan olmaktan nasıl böyle olduk dedim, nasıl böyle kötü olabildik, bu kadar duyarsız bu kadar umursamaz, ne ara görmez oldu gözlerimiz. Dedim Sezen, yahu bu nasıl iştir, bu insanlıkta utanmıyor musun sende benim gibi insan olmaktan. Tuttu beni, dedi ki;

İçindeki çocuğa sarıl, sana insanı anlatır
Eller günahkar
diller günahkar
bir çağ yangını bu bütün
dünya günahkar

Sonra vurgun yedim, bildiğiniz vurgun. Yere düştüm, güçsüz kaldım, aşk işte ne yapayım insan bir duyguya kapıldı mı kaptırıp gidiyor, dedim ki Sezo be bu defa başka, napcaz? nasıl çıkcaz bu işin içinden? Çok şey söyledi Sezen, Sarı Odalar dedi, Tutuklu dedi, Git dedi, Keskin Bıçak dedi, Son Bakış dedi, konuştu da konuştu benimle en sona da Sitem etti, dedi ki ;

bu yangın benle ölünceye dek yaşasın varsın
Dünyanın o son günü sen beni arayacaksın!
Doymadım doyamadım sevmelere seni ben
kimseleri koyamadım yerine yeniden
saymadım sayamadım sensiz geçen yılları
ne inkar ne itiraf bu yalnızca sitem!

Zaman zaman kavga da ettik kendisiyle, ulan Sezen dedim, sen olmasaydın ben böyle sevmeyecektim böyle anlam yüklemeyecektim! Bu kadar da acı çekmeyecektim be !  Dedi ki bana;

Geçer, geçer daha öncekiler gibi
bu da geçer, neler neler geçmedi ki
yine düşer deli divane gönlüm aşka

Kadehi karşı kıyıya kaldırmayı, yeni ve yeni kalanların şerefine rakı içmeyi, İzmir' in Kızlarını, koşulsuz sevmeyi, sevmenin o kadar da kötü bir şey olmadığını da Sezen öğretti bana. Delikanlı kadın olmayı o gösterdi kısacası.

Kahpe Kadere de sövdü, Beni Kategorize Etme diye de uyardı, Kaybolan Yıllarını da anlattı sağ olsun. Sarışınlara gel gel de dedik birlikte ben pek sarışın sevemedim ama o sevdiğinden ses etmedim, Erkek Güzelini de pelesenk etti dillere laf söz atarken: "Yavrum baban nereli, nereden bu kaşın gözün temeli" diye. Yaz dedi bitmeden gel, Kusura Bakma dedi iş işten geçti, Düş Bahçelerinde de yürüdük birlikte, Kıran Kırana da savaştık, bizi bu dünya da koyup giden Yol Arkadaşlarına sitemimizden de geri kalmadık, Kavakları da andık bir yarım fotoğraf ile birlikte,  Bir Çocuk da Sevdik, Gözlerine Göz Değmiş ise bunu da anladık ama birlikte affettik.

ne vakit düşsem, elimden tuttu Sezo benim, sözleri bazen yol gösterdi, bazen ağlattı bazen "aman be çok da umrumda" dedirtti, ama her zaman yanımda oldu, destek çıktı. Benimle ağladı, benimle güldü. Ve şunu unutma dedi Sezo;

A benim dilsiz dillerim
A benim sessiz ellerim
Yakala saçından
Tut hayatı
Çevir yüzüne
Öp!


iyi ki Sezen var! İyi ki senelerdir biliyorum onu!



eksik..

üç ağabeyi, iki ablası vardı
bir de küçük kardeşi
bir annesi oldu
bir de hiç sahip olamadığı babası
kalabalık bir ailenin yalnız ferdi olarak geldi dünyaya
yapayalnız da gitti sonra
herkesin her şeyi olabildi ama kendisine bir çare bulamadı
içindeki iyilik kendi yaralarını sarmak içindi,
hep başka yaralara merhem oldu.
aslını göremedi kimseler
bir gün aynada kendisini gördü,
ayna yere düştü tuz parça oldu
aynayı değil, kendi suretini kırdı
kendinden kaçamadı daha fazla 
o gece uykunun uyunmadığı bir sabaha uyandı,
senelerin yalnızlığına ağladı.
sevdiği bütün kadınlarda tam olma çabası aradı
yanlış sevdalar yüzünden
hep eksik kaldı..

24 Ocak 2015 Cumartesi

sonra..

sonra ne mi olur? 
zamanın saatleri göstermediği bir vakit ayrılırız
haber bülteninin bitişi kadar olağan
bize ayrılan sürenin sonuna gelmek kadar ani.
iç bunaltan sıcak yaz günleri başlar
denklem düşer
ben alır başımı bir yerlere giderim
kimsenin bilmediği, kötü sonların yeni başlangıçlarla unutulmaya çalışıldığı bir yerlere
akşamüzeri güneşin şiir gibi battığı bir yerlere
iklimin değil sade, mevsimin de akdeniz olduğu bir yerlere
ne vakit dağınık saçlı bir adam görsem 
aklıma senin arkası kıvrılan hafif dalgalı saçların gelir
ve dağınık saçın en çok sana yakışması.
bir kadeh şarap içerim, her akşam senin şerefine 
kimseler bilmez, zaten ben de anlatmam kimselere
alışkanlık bu ya arada dilimin ucuna gelir adın
bazen yanlış bir yerde telaffuza dönüşür, bazen iki dudağımın arasında hapsolur.
yazın yakıcılığında tenine en çok yakışan beyaz keten gömlekleri, o kadar da tenlerine yakışmayan adamlarda görürüm
yaşadığımız ikiyüz elli yedi günü düşünürüm 
içimde fırtınaya benzer bir şeyler kopar, hırçın biraz, biraz kırılgan..
bir kadeh daha şarap içerim
en sevdiğin şarkı radyoda çalar
tesadüfün böylesi işte, 
zaten seni de bilerek sevmemiştim
bütün ihtimaller denk gelmiş, 
ve ben hiç hesapta yokken aşık olmuştum sana
bir daha kimseyi sevememeyi göze ala ala
uyandığım taze ve serin sabahların bazılarında
turunç kokan yaz sabahına benzeyişin gelir aklıma
ve sanırım en çok
hiçbir zaman turunç kokmayacak oluşuna üzülürüm ben
ve bir daha kimsenin, üzerine titreyecek kadar sevemeyecek olmasına seni
ve benim bir daha kimseye bakarken gözlerimin parlamayacak oluşuna biraz da.
yamuk ağzını anımsarım bütün bunların ardından
verdiğin sözü tuttuğuna inanırım;
'sol tarafına biraz daha gülüş ayır benim için' 
zaten ondan dengesiz durur dudakların..
ansızın yaşadığım sevinçleri hep sana bağlarım, 
sanki asıl sevinen sensin de tesadüfen düşmüş yüzün içime,
hem zaten biraz da böyle düşünmek zorundayım
mutlu olduğuna inanmazsam ben nasıl yaşarım? 


22 Ocak 2015 Perşembe

KIR ZİNCİRLERİNİ!


insanoğlu yaklaşık ikiyüz bin yıldır anatomik olarak varolmakta, elli bin yıldır da modern davranışlarda bulunmaktadır, ve varolduğu ilk günden bu yana, yani ikiyüz bin yıldır evrimini belirli oranda tamamlayabilmiştir. Çoğalma ile birlikte bireyselliği bırakıp küçük topluluklar halinde yaşamaya başlamış, yerleşik düzene geçmeleri ile beraber de ‘ahlak’  kuramı gelişmiştir, ilerleyen zamanlar da buna ‘görgü’ de eklenmiş, ve hep beraber yaşayabilmenin ortak dili oluşmuştur.

Ancak insanoğlunun hiç gelişmeyen ve değişmeyen yönleri de vardır, genetik ile asırlardır nesillere aktarılmakta olan. Bunu M.Ö. 400 lerde yaşamış olan Platon da, 1800lerde yaşamış olan Tolstoy da, yine aynı yüzyılda yaşamış olan Nietzsche de, 1100 lü yıllarda yaşamış olan Şems ve daha pek çok düşünüre baktığımız da görebiliriz.

Platon esaret, bağlılık ve karanlığın rahatlık olduğunu ve insanoğlunun zincirlerini kırmaktan hoşlanmadığını görmüştür. Geçen akşam arkadaşımla otururken gecenin sorusu olarak şunu sorduk; Eğer yarın ölecek olsanız, arkanıza yaslanır ve 'aldığın bu hayat fena değildir, üstü kalsın?' mı derdiniz, yoksa ‘durun bana biraz zaman verin, yaşayacaklarım henüz yaşanmadı’ mı derdiniz? Dürüst olabilir misiniz kendinize yaşadığınız hayat için, ya da memnun değilseniz sahip olduklarınızı riske edip yenisine başlamayı seçebilir misiniz? Bağlılıklarınızı bir kenara bırakıp, yaşamın kendisine bağlanmaya gücünüz var mıdır içinizde, barınma ve korunma daha mı baskın çıkar yoksa? Cevabınız yaşayacaklarınızın yaşanmadığı kanaatindeyse, 'yarından başlayın yaşamaya o halde' desek başlayabiliriz misiniz sahiden?

Tolstoy genelevdeki kadınların, koca bulmaya çalışan kadınlardan daha namuslu olduğunu söylemiştir. En azından orospular parayı peşinen isterler, oysa belli bir sınıfa mensup koca peşindeki kadınların çoğu erkekle değil parasıyla ilgilenir, rahat hayat kolay para peşindedir der.  Çağımızda bunun değişmediğini söylemeye gerek yok herhalde, aksine negatif bir büyüme gerçekleşiyor günden güne. Evlilik programlarına çıkıp ev araba arayanların samimiyeti daha fazla çoğu ilişkiden, en azından ne istedikleri konusunda dürüstler.

Nietzsche 1800lerin sonlarında parlamış bir düşünürdür ve insanların onu ancak 1900lerin sonlarında anlayabileceğini iddia etmiştir, bu hayata bir yüzyıl daha geç gelseydim söylediklerimin değeri daha çok bilinirdi diye düşünmüştür. Kendisinin görüşlerini dönem koşulları içerisinde incelerseniz pek çok otoriteye karşı çıktığını da anlarsınız, ve bu dönemde kolay gözükenin o dönemde imkansıza yakın olduğunu da hesaba katmanız gerekir. Neredeysen derinden derine kaz orayı! der, insanlara değil kendisine. Kendi alevinle kendini yakmadıkça, küllerinden doğmanın mümkün olmayışını dile getirir tıpkı Simurg Destanında anlatıldığı gibi. İçindeki bilgelik içinde gizlidir der, Simurg da, Platon da, Nietzsche de. Fakat bedelleri vardır kendini yakmanın, hayatı düşünmek ve sorgulamak rahatı bırakmaya mal olur, çünkü yaşam ilüzyonlardan ibarettir, kendinizi mutlu sanarsınız ama aslında değilsinizdir, istemediğiniz şeyleri yapmış, hoşunuza gitmeyen okullar okumuşsunuzdur sistemdeki hiyerarşinin üst kategorilerinde yer alabilmek için ve başarınızla mutluymuş gibi yaparsınız, kendi hayatınızı başkaları için yaşamaya başlarsınız, değer verdiğiniz şeylerden uzakta kalırsınız ve bu döngünün farkına vardığınız an bu döngüde daha fazla kalamazsınız. İşte yanma o zaman başlar, ama doğabilir misiniz küllerinizden gerçekten?

Ve Şems, insanoğlunun açıklarını bir bir farketmiş, kırk kurala dönüşmüştür ağzından çıkanlar, hayatı daha doğru yaşayabilmek için. Tuhaf olan ne biliyor musunuz, o 'açıklar' hala aynen durmakta, zerrece kapanmadan. Yaşadığımız çağlar boyu, değişmeden kalan tek şey insan. Bakın otuzsekizinci kuralında ne diyor Şems bizlere :
“ "Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazırmıyım?" diye sormak için hiç bir zaman geç değil.
Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık.
Her an her nefeste yenilenmeli.
Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli. “

Lafı toparlamak gerekirse Irvin Yalom’ un da söylediği gibi: ‘İncelenmemiş bir hayat, yaşanmamış demektir’. Hayatlarınızı inceleyin, neyin doğru olmadığını ancak kendiniz bulabilirsiniz, yarattığınız durumlardan kendiniz kurtulabilirsiniz, kendi kendinizi ancak siz var edebilirsiniz. Küllerinizden doğmayın tamam ama yaşamak tek uğraşınız, bari biraz özen gösteriniz!





15 Ocak 2015 Perşembe

özür dilerim..

özür dilerim.. 

Aslında hiç birinizi üzmek istememiştim. 
kiminizi doğrudan üzdüm..
gözlerimin içine baktınız, 
sevginiz öyle dokunaklıydı ki, 
içimde ağlama hissi uyandırdınız. 
hayır, acımayla karışık değil, acımayla hiç ilgisi olmayan
'beni böylesine içten nasıl sevebilirsin’ den kaynaklı ağlama hissleri
onca yalancı sevda varken dışarıda,
ve sizin sevginiz böylesine gerçekçiyken,
sizi sevemediğim için biraz da.
Ağlamayı sevmem bilirsiniz, bu yüzden his olarak bıraktım içimde. 
Benim için çok şey yaptınız, 
Beni düşündüğünüzü öyle güzel yollarla dile getirdiniz ki bazen,
bu dünyanın şanslı insanlarından kıldınız. 
Ve tabii, öteki insanları sıradanlaştırdınız. 
Sizi sevemedim belki ama, 
Sevdiğim insandan, sizin gibi sevmesini bekledim. 

özür dilerim. . 

Hiç tanışmadık sizinle, yüzünüzü görmedim. 
Adınız iki dudağımın arasından çıkmadı. 
Kiminizi dolaylı yoldan üzdüm..
Ya yakına gelmeye korktunuz uzaktan sevdiniz,
ve başkasının eli elimde diye üzüldünüz içtenlikle 
ya da  sevgiliniz, sevdiğiniz, eşiniz, dostunuz 
Geldi beni sevdi. 
İnanın hiç böyle olsun istemezdim, 
Benim yüzümden uykuların uyunmadığı geceler yaşadınız 
Biliyorum.
Bildiğiniz gibi değildi bazen, gördüğünüzü sandığınız
Doğru değildi.
Tanısanız kötü biri olmadığımı anlardınız, 
belki geçerdi kızgınlığınızda biraz olsa. 
İnanın hiçbirinizi üzmeyi istemedim, 
bir şeylerin bozulduğunu görünce inanın kaçmaya yeltendim
Ama bazen yakaladılar ayağımdan
bazen yeterince erken kaçamadım adamlardan. 
Biliyorum, tanısam kiminizi 
kendimden nefret ederim.
Gözlerinizden akan yaşların sebebi olmayı
inanın hiç istemezdim..

Özür dilerim.. 



10 Ocak 2015 Cumartesi

Boşver!


Kirayı ödedik mi?
Boşver.
Elektriği geciktirirsek kesecekler.
Boşver.
Bu sene kayağa gidecek miyiz?
Boşver.
Sinemaya gidelim mi?
Boşver.
İşi çok boşladık, biraz çalışmak gerek.
Boşver.
Yeni bir oyun gelmiş, güzel diyorlar,
Boşver.
Bira getireyim mi?
Boşver.
Yazın nereye gideriz tatile?
Boşver.
Birikim yapmak lazım.
Boşver.
Karnın aç mı?
Boşver.
Müzik açayım mı?
Boşver.
Plak?
Boşver.
Rakı ister misin?
Boşver.
E napalım peki?
Tüm dünyayı iki dakikalığına,
Boşverelim
ve bu ana sıkışıp sonsuza dek,
burada iki kişi kalmayı deneyelim.
Yanıma gel, ve kalan her şeyi
BOŞVER!

4 Ocak 2015 Pazar

Her bıyıklıyı baban sanma!


Bilenler bilir, -bilmeyen de kendi bilir- Aydın' lıyım ben. Ege' nin sıcak ikliminde, güzel insanlarla büyüdüm. Üç buçuk yaşıma kadar bir fiil anneannemlerle yaşadım, akabinde de her tatil döneminde yanlarında kalarak bu yaşantıyı sürdürmeye devam ettim.
Babamın oğlu, dedemin erkek torunu gibi büyüdüm, merak etmeyin şu an bir sıkıntı yok :)
Anneannemlerin mahallesinde, herkes birbirini tanır, komşuluk ilişkileri alabildiğinde içten bir şekilde sürer ve mahalledeki çocuklar herkesin torunu, oğlu-kızı sayılırdı. Başımıza bir iş gelse, bütün mahalleli koşar gelirdi. Susayan çocuk gider en yakın evden su isterdi.
Sonra biraz büyüdük, balkon zamanları geldi.
Balkonda oturur Ege' liler, gelen geçenle balkondan sohbet ederler. Biz de ederdik o eski mahallede otururken, sonra yedi katlı bir apartmanın yedinci katına taşındık, sesimiz aşağılara gidemedi pek. Bakkala sepet sallardık bir de yine eski mahallede, bazen veresiye yazdırılırdı bazen sepetin içinde para yollanırdı, kimsenin de parası kalmazdı kimsede ve bakkalın hesabına güvenilirdi.
Nisan sonu dedin mi mevsim yaza dönerdi, ve yaz geceleri çocuklar dondurma almaya yollanırdı bizim orada, şimdi ki gibi tekinsiz değildi ortalık, ve benim en sevdiğim görevdi dondurma almaya gitmek ılık Ege bahar-yazlarında.
Akşamüzeri çaylarının yanında tulum peyniri ve gevrek yenir, akşamları televizyon karşısında çiğdem çitlenirdi.
Paramız varsa olmayanla paylaşırdık, dert etmezdik yani gazozu kimin aldığını, eğer baba bulursak civarda, o baba ayrım yapmadan bütün küçük çocuklara ısmarlardı mesela. Babanın da çocuklardan birinin babası olmasına gerek yoktu, kimsenin tanımadığı ama birilerinin babası olduğu belli yaşça büyük amcalar gelin çocuklar derdi, kimsenin de başına bir iş gelmezdi.
Evlerimizde insanları misafir de ederdik gelen misafire dolabı sonuna kadar açmayı da bilirdik. Ama yine de hiçbirimiz yük olmak istemezdik bir diğerine -ki bunlar hala böyle- .

Alışveriş sonrasında iyi temennilerde bulunur Ege' de bizim insanlar, hayırlı işler dilenir, iyi akşamlar denir, günaydınla girilirdi.Bu da hala böyledir orada, ve Ege de büyümüş insanlarda.
Ben sonra başka memleketler tanıdım, her yerde böyle sanırdım meğer alakası yokmuş, ondan Ege diye kategorize ediyorum, yanlış olmasın. Yalnızca Ege de diye de diretmiyorum, ille başka memleketlerde de vardır bizim gibileri.
Güleryüz ana konudur bizim insanlarda, candan, içten yaklaşırız biz, sevdik mi çoşkulu severiz, üzüldük mü de canımızdan can gider.

Bir ara İstanbullu olasım geldi ama, Egeli olmak başkaymış anladım. Tanımadığımız herkes, tanıdıktan beş dakika sonra ayrımsız arkadaşımızdır bizim. Tanışmaya değer olmayana da baştan el uzatmayız zaten.

Farkettiğim bir şey üzerine yazıyorum bu yazıyı, anlayacağınız üzere bizim taraflarda samimiyet vardır, içten gelir. Ancak memleketin başka taraflarında, gördüm ki samimiyetsizce oluşmuş samimiyetler. Ve hep çatlamış sonradan. Kazık da yemiş ahali, kazık da çakmış ötekine acımadan.
Biz insana insan diye değer vermeyi öğrendik, bana böyle öğrettiler en azından, gülümsemeyi, hayatı neşeyle yaşamayı gösterdiler, ben de öyle yaptım. Sevdim de insanları, ancak bazı insanların bazen insan olduklarını da sonradan anladım.
Gördüm ki, hep bir art niyet aranıyor samimiyetin altında, bir çıkar bekleniyor, ya da bir gönlüm sendecilik.
İsterim ki, bir açıklık getirelim buna, biz Egeliyiz arkadaş, kolkola girer, güle güle oynarız, sarılır bi öperiz aklın durur, kucakladığımızda kemiklerin kırılcak gibi olur, içtenlik taşar bizim kaşımızdan gözümüzden, zordayım dersin koşar geliriz, ama hiçbirini başka düşünceyle yapmayız.
Olur bazen hoşlanırız, ama öyle oldu mu da efelik vardır kanımızda, gider açık açık anlatırız, istemezsen anlarız, zorlamayız işimize bakarız.
Bana kalırsa hepiniz ölmeden evvel bir Ege' li seviniz, onunla bir de rakı içiniz. Sohbetimiz de iyidir hani, yanlış olmasın. İster sevgili olarak, ister arkadaş.
Ama siz siz olunuz, her selam vereni yürüyor sanmayınız beyler bayanlar, bakarsınız Egeli çıkar kadın ya da adam.
Gelin şöyle yapalım, cinsiyetinizi koyun bir kenara, iki dakika insan olalım ortak dilden konuşalım.
Canımız yanmasın :)
2015 samimiyetlerin yanlış yorumlanmadığı bir yıl olsun hepinize, gözlerinizden öperim!




3 Ocak 2015 Cumartesi

iki adam bir kadın

...
Aşık iki insan,
Ayrıldılar.
Çokça olmayacak
Ama pek de azımsanmayacak bir zaman geçti aradan
Karşılaştılar.
Kadının yanında bir adam
Olması gereken şimdiki değil, geçmişte kalan
Karşısında bir adam, 
Artık kadının yanında yer alamayan.
Soran gözlerle baktılar;
"Ne oldu bize?"
Biz mi kaldı artık dedi adam,
Biz, dedi gözleri kadının, hiç bitemedik ki.
Kadının yanındaki adam için hayli kısa
Kadınla adam için süresi ömre benzer bir zaman geçti aradan
Yürüyüp gittiler arkalarına bakamadan..