13 Kasım 2017 Pazartesi

K A L K !

-KALK!
Kendimle konuşuyorum, yaklaşık 6 dakikadır. Saate baktım çünkü gözümü açar açmaz huyumdur hep saate bakarım hem yatmadan önce hem de uyanır uyanmaz. Uykuda geçen zamanımı hesaplamak adına değil, kaç sularında yenik düştüğümü ve kaç sularında aynı hengamenin içinde kendimi bulduğumu bilmek için. Zamanı tuhaf buluyorum çünkü, öyle Einsteincılık oynamak için değil.
Hem çok hızlı hem de çok geniş geçiyor, iki hafta öncesi bana çok uzak ama bir ay öncesi daha dün gibi.
Bazı zamanlar ben duruyorum da o dönüyor gibi hissediyorum. Yaştan mı yaşayıştan mı bilemedim, bu kadar hızlı değildi bu zaman. Geçmişi kolay unutturuyor, güzel yanı o. Hafızam fena değildir ama bazı sabahlar kim olduğumu hatırlamam bile zaman alıyor.
Çocukken hayatı sıkıcı bulduğumda gece yatmadan önce bütün bunların bir rüya olduğunu ve aslında yirmili yaşlarda olduğuma inandırırdım kendimi. Bir uyanacaksın, meğer hepsi rüyaymış derdim. Şimdi de rüyamın en güzel yerinde uyanmış gibiyim.
Sanırım bütün çocukların ortak noktası büyüme isteği. Büyüyünce de küçülesi geliyor insanın iyi mi?
Neyse ben zaman diyordum, yıllar önce okumuştum; "zamanın iki boyutu var, uzunluğu güneşe derinliği tutkulara bağlı" Amin Maalouf söylemiş.

Bazı yerlerde tutkularını yitiriyor insan, güneşe bağlı yaşıyor zamanı; gündüzden geceye dön dolaş dur. Bazı gecelerin sabahı da zor oluyor. Bazıları tutku ile hırsı karıştırıyor birbirine. Tutku sandığın şeyin hırs olduğunu görünce oyuncağı elinden alınmış çocuklara dönüyorsun, ama büyüksün işte ağlasan ne fayda, kendin çözmek zorundasın. Çocuktum, en çok otobüs yolculuklarını severdim, şimdi katlanamıyorum otobüslere ve çok heyecanlanırdım yolculuğa çıkmadan önce, artık öyle hissetmiyorum çünkü döndüğüm yer eninde sonunda aynı, bir tatili ne kadar uzatabilirsin ki zaten.

Başlı başına bir oyun bu yaşamak dediğin, bazen sokakta bazen kendi içinde oynadığın, düşüp dizini de kanatıyorsun, küsüp arkanı da dönüyorsun. Acaba her çocuğun hayal gücü yüksek midir? Şimdikileri pek saymıyorum, onların hayal etmeye vakti yok sanırım. Benim çok vardı, uzay yolculuğundan define avcılığına kadar inanarak oynardım kendi kendime. Sanırım ben çocukken öğrendim kendimle arkadaş olmayı. Yetişkinlerin sadece yüzde ondördü hayal kuruyormuş, ne kötü. Yetişmek kırıla kırıla oluyor bir yerden sonra kırılası gelmiyor insanın o yüzden hayallerden vazgeçip daha gerçekçi bakıyor sanırım. Gerçi daha fazlası hayal kuruyor olsaydı bu dünyayı ne yönde etkilerdi kestiremedim pek, çünkü yetişkin olmak ihtiyacın olmayan çokça şeyi de istemek aynı zamanda.

-Nereden geldi bu çocukluk özlemi şimdi, kalk allah aşkına şu yataktan!
Atalet diyorlar sanırım bu duruma, eylemsizlik yani hiçbir şey yapmama hali. Bence çoğumuzun başına geliyor bazı bazı. Oysa italyan olsak durumu çok afilli bir şekilde pas geçebilirdik.
"Dolce far niente"
Yani hiçbir şey yapmamanın güzelliği.
Bir dil ne çok fark yaratıyor söylerken bile. Bizim türkçe de soğuk biraz, çoşkusu yok, olsaydı bizde vapur değil vaporetto derdik. Telaffuz ederken bile insanın canı çekiyor. Şu italyancayı öğrensem güzel olur, bi de yetişkin gibi kendime hayal kurup italyan kasabasına yerleşeyim bari.
Ne diyordum, ha atalet, yok benimkinin dolcesi falan yok bildiğin atıl.
Canlarını çok saçma yerlerde harcayan Mario gibi bir an önce yenilip oyuna en baştan başlamak için koşup zıplayıp çukura düşmeye çalışıyorum da koştukça pek puan toplayamadan bölüm bitiyor iyi mi..
Hiç canım kalmadı.

-Hadi artık Kaaaallllkkkkkk!!!
tamam tamam kalktım ben, çok uzadı zaten muhabbet. .





19 Ekim 2017 Perşembe

K Ö T Ü


Ne kadar kötüsünüz diye sorsam, kaçınız kötü olmadığını iddia eder, ya da kaçınız kabullenebilir gerçeği?

Peki nedir kötü? TDK' ya göre; istenilen, beğenilen nitelikte olmayan, hoşa gitmeyen, iyinin karşıtı. Sanırım tanıma bakarak düşünecek olursanız kendinize o kadar da "iyi" diyemezsiniz.
Hangi birinize sorsam hayatın zorluğunu anlatırsınız o ya da bu şekilde. Kimse memnun değil yaşadığından ve bunun insanın elindeki imkanlarla da yok bir ilgisi. Herkes bir başkasının yerinde olmak istiyor, ister fiziken, ister madden ister ise manen. Hani derler ya, kiminin pırlantası küçük kiminin ekmeği bayat diye, aynen öyle işte var herkesin bir derdi. Ve kimse kimseye senin derdinde en az benimkiler kadar büyüktür diye kucak açmıyor. Hepimizde bir telaş, en çok kızıp sinirlenmeye benim hakkım var kavgası, bu dünya benim üzerime daha çok geliyor tartışması.

 "Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelerinize dönüşür.. " 

Eğer günlük yaşamınız insanların içine karışmayı gerektiriyorsa muhakkak ki gününüzün bir kısmı kaotik geçiyordur. Pek çoğunuz, pek çoğumuz gibi beğenmiyordur ne bu dünya düzenini ne de insanoğlunu. Hepimiz çok haklıyız. Peki kaçımız kötüyüz? İşin kolayı hep var malum, "kalbi iyi" diye bir laf uydurmuşlar, laftan mütevellit cerrah kesilmişiz her birimiz, ne yapalım bizim de "kalbimiz temiz".

Kötülük kalpte başlayıp kalpte bitmiyor sadece. Öfkelendiğinizde ağzınızdan çıkan sözler incitiyorsa birilerini, kötü oluyorsunuz. Hiç bilmediğiniz hayatları, tanımadığınız insanları eleştirip yargılarken, kalbinizin temizliği beş para etmiyor. Sonrasında dilediğiniz özür de sizi iyi bir insan haline getirmiyor. Çünkü kırılan hiçbir şey tam anlamıyla onarılmıyor. Bir düşünün bakalım sizin içinizden çıkmayan, sizi yaralamış kaç laf işitti kulaklarınız? 

"Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür.."

Gurur tehlikeli bir duygudur, sıra arkadaşı kibirdir. Söylediğiniz şeyler, kulağınıza mantıklı gelmeye başladığında sahiplenirsiniz fikirlerinizi. Ve bir duygu çıkar ortaya kendiliğinden, doğru söylemenin verdiği haklı gurura teslim olursunuz. Peki ya bütün doğrular ve yanlışlar yalnız size aitse? Sizin haklılığınız başkalarını haksızlığa uğratırken, ve insanları duygusal olarak zedelerken ve hatta siz bütün bunları zerrece önemsemeyip kendinizi bir savaş kazanmış kumandan gibi hissederken, hangi iyiliği savunabilirsiniz? Bir yokuş tırmanırken aşağıda olanı yukarı çekmek için uzatılan eldir iyilik. Gün boyu insanlar tarafından yok sayılan bir insan, itilip kakılmasında kimsenin sakınca görmediği bir insan, sırf geçimini sağlamak için yaptığı iş ya da üstü başı yüzünden bizim "iyi" düşüncelerimize nail olamayan bir insan nasıl hisseder sizce kendini? İnsanlarla göz göze geldiğinizde onların sizin hakkınızdaki düşüncelerini, hissettikleri duyguları yüzlerinden okuyabilseydiniz kendinizi nasıl hissederdiniz?

"Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür.."

Sevdiğiniz insanı gördüğünüzde ona gidip sarılmanıza sebep olan şey ne ise, sevmediğinizi görünce yol değiştirmenize sebep olan da aynı şey. Öfkelendiğinde hırçınlaşır insan, eminim kalabalık caddelerde size de omuz atanlar olmuştur daha önce. Sizin de sinirlenip aynı şekilde omuz atmaya başladığınız zamanlar da olmuştur. Sırf canınız yandı diye gidip tanımadığınız birinin canını yaktığınız için, bu zincirleme reaksiyonun bir parçası da siz olduğunuz için kalbi iyilere mi ayıralım sizi yoksa bunu da mı kötülükten saymayalım, kararı siz verin.

"Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür.."

Biliyor musunuz komşuluk ölmedi aslında onu biz öldürdük el birliği ile. Dedikodu peşinde koşan komşuyla, ya da ihtiyaç halinde yardım eli uzatmayan komşuyla konuşmayı kestik. Kızdık çünkü onlara, biz hepimiz tek bir komşuya kızdık ve sonunda komşuluğu öldürdük. Çünkü alışkanlığımız oldu artık konuşmamak. Tıpkı sokaktaki çöpçüye artık kolay gelsin dememek gibi, alışveriş yağtığımız da insanlara iyi günler dilememek gibi, dilencilerin hepsinin bizden zengin olduğuna inanmamız gibi, dünyanın bütün acısına bir kulp takmamız gibi, çıkan savaşlardan, ölen insanlardan başkalarını sorumlu tutup kendimizi on saniyede temize çıkarıverişimiz gibi, bütün olanı biteni unutmaya alıştığımız gibi alıştık. Daha iyi insanlar olamadık, alışkan az biraz da sıkılgan olduk.

"Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür.. "

En çok da tüketme alışkanlığı edindik biz, sonucunda en büyük değerimiz yok etmek oldu. Sadece dünya kaynaklarını değil, birbirimizi de. Hırslarımız menfatlerimizi haklı çıkardı bu sefer, el uzatmak yerine üzerine basar olduk insanların, kariyer yapmak için ya da metrobüse binmek için, aynı şey. Aşkta ve savaşta her şey mübahdır derler, kendimize aşık olup kalan herkes ile savaştığımız bir dünya yarattık. Meşru kıldık her hainliğimizi. Ezilirken ezdik, eze eze yol alırız sandık üzerine basacak insan kalmayınca tıkandık. Değerimiz iyilik, güzellik olamadı kötülük, çirkinlik oldu. Saygı kazanma yolunu buna bağladık. Otoriteyi böyle sağlarız sandık. Ama bizi ezen kimseye ne bir gram sevgi duyduk ne de saygı. Korkumuzdan ilikledik önümüzü, sesimizi de yine korkumuzdan çıkaramadık. 

"Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür.."

Sonra ne mi oldu? Hayli değişik insanlar olduk açıkcası, arkamızdan konuşulan, yüzümüze gülünmek zorunda kalınan nur topu gibi değişik karakterlerimiz oldu. Kimyamız değişti çünkü, yola başlarken ne de güzel insanlardık oysa. Değiştirmek içindi savaşlarımız, daha iyi olabilir ihtimali içindi, yol çok uzun geldi biz değişip yola uyum sağladık. Öyle çelik duvarlar ördük ki kendimize, duygularımız ezildi altında duygusuzlaştık. Ne komşunun ölmesi, ne çöpçünün sokağı süpürmesi, ne insanların savaşta hayatlarını yitirmesi, bana mısın demiyor dünyanın yavaş yavaş çökmesi. Ama biz "iyiyiz", mental olarak yani. Huzurluyuz yataklarımızda, çünkü artık insanları bile insandan saymaz olduk. İçimizi böyle rahatlattık, hem zaten var olmayan insanlara yaptığımız zulmu kim ispat edebilir ki? 

"Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.." 

Kaderimiz yalnızlık oldu, kaderimiz sevgisizlik. Başı hiç okşanmamış ama belki okşanır bir gün diye bir umutla kapının yanında bekleyen çocuklara döndü kalplerimiz. İyilik bir sıfat olarak kalakaldı kalbin yanında. Çoğumuzun da kendini avutuş şekli. Üzgünüm ama hiç de iyi değiliz. Öyle uyduruk bir cümlenin ardına sığınıp topumuzu iyi insan yapamayız. Dünya kötülükten yıkılırken, insanlar birbirini artık görmez olmuşken, herkes hıncını bir diğerinden çıkarırken, kalbinizdeki sözde iyiliği de bırakın ben adamdan saymayım. Ne de olsa masum değiliz, hiç birimiz. Kaderinizin sizin kadar kötü olmamasını dilerim, o kadar da geç değildir belki ne dersiniz?

5 Eylül 2017 Salı

M E M L E K E T


KELİME : Bir veya birden çok heceli ses öbeklerinden oluşan, aynı dili konuşan kişiler arasında zihinde tek başına kullanıldığında somut veya soyut bir kavrama karşılık olan yahut da somut ve soyut kavramlar arasında geçici ilişkiler kurmaya yarayan dil birimi. 

Aynı dili konuştuğumuz halde farklı anlaşılmamız, zihnimizdeki somut veya soyut kavramların farklılığından oluşuyor öyle ise. 
Bir kelimeyle içli dışlı olmak için, o kelimeye dair bir anısı olmalı insanın, hatırlamak için anlatması gerektiği gibi. Ve kullanmakla öğrenmek aynı şey değil bir kelimeyi. 

Ben bir kelime öğrendim son zamanlarda, hepimizin çok iyi bildiği, sıklıkla şarkı sözlerinde geçen, dönem şiirlerinin teması haline gelen; MEMLEKET. 

Hepimiz bir durup düşünmüşüzdür doğduğun yer mi doyduğun yer mi diye. Seni doyurana minnettar kalmaktan mütevellit herhalde doyduğun yer cevabının daha ağır basması. 

Öyle değilmiş, tuhaf olaymış bu memleket. Mayıs ayında Aydına gittiğim sırada-malum benim memleket Aydın- yolda günü batırırken farkettim ilk bu hissi. Taşına toprağına, bağına bahçesine bakıp, tıpkı şarkıdaki gibi bir başkadır bizim memleket derken buldum kendimi. Kuzguna yavrusu şahan gözükür misali herkesin memleketi kendine şahane tabii. 
En son gidişimde ise emin oldum bu kelimenin ben de oluşturduğu duygulardan. 

Memleket aslında doğduğun yer değil, doyduğunda değil, büyüdüğün ve kendini büyüttüğün yermiş. Sanki bir toprak parçası değil, seni sen olarak seven, sana ne olursan ol gel diyen şefkatli bir omuzmuş. 
Her şey gitse, bir orası kalırmış, o sokaklar seni hiç unutmazmış. Düşüp dizlerini kanattığın, ellerini parçaladığın yollar sana nereden geldiğini hatırlatırmış. 
Zamanda yolculukmuş memleket, bisiklete binen küçük çocukları görüp seni o en savunmasız ve masum haline döndürenmiş memleket. Biraz ana kucağı, biraz da baba ocağı. 
Karakterinde izi olan mahalleler, dönemeçler, okul yolları, haylazlık zamanları, gençlik heyecanları, sinemalar, tiyatrolar, konserler, artık yerinde olmayan o eski mekanlar, en yakın arkadaşlar, ve bütün hatıralar. 

Memleket bir kelime değil aslında, memleket içi rengarenk eşyalarla dolu çoşkulu ve hüzünlü bir valiz gibi; içini tıka basa doldurduğun ağzını zar zor kapattığın, alıp yanına yolculuklara çıktığın, günü gelene kadar bir köşede açılmayı bekleyen, açılınca uzun zamandır bunu beklemenin verdiği sevinçle birden patlayan, eşyalarını yere saçan. Eşyalarını toplarken sana kim olduğunu hatırlatan ve seni bir şekilde hep çocuk bırakan.

Memleket; sana anılarının armağan edilmesi ve ne vakit kapıyı çalsan sormadan açacak bir dost gibi, dünyada fırtınalar kopsa yer yerinden oynasa sana orada hiçbir şey olmazmış gibi. 

Ve memleket, insanın doyduğu yer neresi olursa olsun her zaman kaçıp sığınacak bir yeri olması, insana kendini hep güvende hissettirecek tek yermiş aslında. 

Son sözü de sen söyle be usta!

"Benim de bu cihandan gidişim, 
Memleket sevdasından"









8 Ağustos 2017 Salı

E D I S O N !


Dün bütün gün elektirik kesintisi yaşamış 21.yy insanı olarak, karanlığın içerisinde öylece otururken, durdum Edison' a sinirlendim. Keşke Türk olaydın da anan sana "icat çıkarma başımıza" diyeydi, sen de elektirik üzerinden para kazanamayaydın Edison.

Tuhaf geliyor tabi bazılarınıza şimdi, Edisonun suçu ne diyeceksiniz bana. Bu elektirik icat oldu, mertlik bozuldu.
Önce aydınlandık sandık, ardından iletişim kurabilmemiz için yegane araçlar türetildi. Telgraf, telefon, radyo, tv, bilgisayar, internet, sosyal medya, günümüz ve kapanış..
Tabi iletişim kurmak için imkanlar arttıkça, iletişim kabiliyetlerimizde azaldı ayrı bir mesele.

Elektirik hayatımızdaki her şeyin temelini oluşturuyor, kendisini komşu ülkelerimizden ithal ediyoruz, yerli olarak bir şeyler üretmeye başladık da geçen sene ithalatımız azcık düştü neyse ki.. Ama 80 öncesi Bulgaristana olan borç yüzünden, günde 16 saate varan elektirik kesintileriyle analarımız babalarımız az çile çekmedi o gaz lambalarının altında.

Neyse konumuza dönelim, Edisona kurulmakta son derece haklıyım, eve geldim; ışık yok, internet yok, bilgisayarın şarjı az çok, telefon gitti gider, çamaşır makinesi çalışmaz, su ısıtamam, ocağı yaksam kombi de gitti, kahve bile yapamıyorum kendime, duşa girdim sıcak su da yok haliyle.
Meğer ben Edisonun kucağında yaşıyormuşum da haberim yok. Sizlerde tabi.

"Ben yanmasam sen yanmasan, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa"

Yaktım evde ne kadar mum varsa, bir ampul kadar etmiyor yirmi mum, Atilla İlhanın üçüncü şahıs şiiri geliverdi aklıma;
"sen kalkıp ona giderdin, benzin mum gibi giderdin"
Üzüldüm. Sardı mı beni bir melankoli, bıraktım işi gücü düşündüm olanı biteni.
Samimi bulmuyorum nicedir sosyal medya işlerini, zaten Facebook' u annelerimize dedelerimize verdik, espiri yapmaya üşendiğimizden Twitter ya da instagram üzerinden komikli videolar, capsler yollar olduk birbirimize. Kendimizi çekip, en çok beğeni alabilecek olan hallerimizi yayıyoruz bağlantılarımıza. Yazılı bilgi kalmadı gibi bir şey, fişini çekseler tarihimiz bile silinecek neredeyse.
Fotoğraf albümlerimiz yok artık, bulutlarda saklanan ama dönüp de bakılmayan fotoğraflarımız var nasılsa. Göstermek istediklerimiz ise çoktan sosyal hesaplarımızda.
Ne düşünüyorsun sorusunu eş dost sormaz oldu, nasılsa Facebook soruyor diye. Birileri bu işlerden köşe oldu, birileri kendi yalnızlıklarına çare buldu.

"Kısa kes"

Twitter 140 karakter diye, uzun cümle kuramaz olduk biz de birbirimize. Günün özeti, hikayenin kıssasını bekliyoruz. Sosyal medyadan biri yazsın diye bekleyenlerimiz var, adından bile emin olmadığı adamla/kadınla hadi ben diyeyim evlilik hayalleri siz diyin gençlik hevesleri yaşamak isteyenler var. Flört zaman kaybı olmuş, bekle diyip gitmeye kalksan s*ktir git bekleyemem diyecek insan dolmuş dışarısı, nasılsa senden benden çok var.

Evime gitmek için arabaya biniyorum, navigasyon anında evime kalan süreyi hesaplıyor, yer yön bulmada Piri Reis de kimmiş. Müzik dinlemek için kimin ihtiyacı olur CD' ye Kasete, ver çoşkuyu online dan. Kitabın bile cihazı var, sayfaya değmiyor ellerin, ekrandan okuyorsun. Artık sevdiğin diziyi bile beklemeye gerek yok TV de izlemek için, hatta sen iste sana haber bile veriyor program başlamadan önce. Paraya bile dokunmaz olduk, futbol topu gibi o hesaptan bu hesaba aktarıyoruz. Market masrafını kapına getiriyorlar, yemeğini online sipariş edip, elime sağlık diye övünüyorsun, ellerinle yapmadın ama ellerinle sipariş verdin hakkını yemeyelim. Sabah telefona kurulan alarmlarla uyanıyoruz, çalar saatin modası geçeli yıl oldu.
Ben çocukken yine kontor derdi vardı, şimdi o da yok. Yaz dur whatsapptan, görmeye bile lüzum yok hep yanyanayız mübarek.

Saysam Amerikaya yol olur mu bilemem, ama bi Bulgaristana gider geliriz tabi o esnada elektiriği kesmezlerse. Yeni nesil gençlere değinmiyorum bile, onların tuzağı daha beter.
Gittikçe insanlığımızı yitiriyoruz, farkında bile değiliz. Hayatlarımızı biz değil de, sosyal medyalarımız yaşıyor, çok yaşasın teknoloji.

Diyeceksiniz hiç mi yok bu işin güzelliği, var valla. Bilgi kolay ulaşılabilir, insanın kendini geliştirmesi daha ucuz. Sevdiğin yazarla konuşurken bulmak kendini birden, bilmediğin yerlerin resmini görmek, yeni keşifler yapmak, tanımadığına destek olmak. Hepsi çok güzel, ama kaçımız yapıyor ki bunları ya da kaçımız gittiğimiz yerin farkında?
Sorunun cevabından pek de ümitli değilim aslında.

Kısacası;
Bütün bunların müsebbibi Edison,
Mezarında ters dönesin, bizi mahvettin!






13 Temmuz 2017 Perşembe

N E D E N B İ T T İ ?

Dört Buçuk Ay...

Bir inşaatın ortalama bitme süresi..

İki gece..

Bir ilişkinin ortalama başlama süresi..

Her yer beton ve çarpık sevgilerle doldu son zamanlarda. Çağın vebası teknoloji hem evlerde hem ilişkilerde temel atmak için bir numaralı araç artık. Acelemiz var, hem sevmek için, hem kat kat evler çıkmak için. Daha çok inşaata ve daha çok ilişkiye ihtiyacımız var, varlıklı olduğumuzu kanıtlamak için.

Müteahhit.. Kökeni arapça. Evleri satmak zorundalar, inşaatın kalanını çıkabilmek için.
Aşk.. Kökeni arapça. İlk görüşte başlamak zorunda, ikinci görüşteki kusurları görmezden gelebilmek için.

Müteahhitlerin kötü mahallelerde kurdukları, bozuk temelli evleri öve öve bitiremeyişi gibi, insanların kendilerini başkalarına tanıtırlarken ki halleri. Hiç ucuz yan yok, herkes çok cool, çok medeni, çok "iyi aile" çocuğu, -o da nasıl bir deyimse artık- çok medeni, anlayışlı ve saygılı.
Evi satın alanlar ise iskan çıkmadan eve yerleşecek kadar sabırsız, evlenmek için zaman kaybetmeye, boşanmak için ise düşünmeeye bile gerek olmayışı gibi.

Sosyal medyamda gördüğüm fotoğraflarda dikkatimi çeken şey;
Aynı tema, aynı yazı, aynı kişi, tek fark yanındaki. Yine mi başka biri ?

Daha ben tebrik edemeden boşanmış arkadaşlarım var. Ben evlenene dek- uzak ihtimal- bana tur bindirecek olanlar kapıda. Zaten düğün-dernek işlerini sevmediğimden, pek gitmem. Evlenecek olsam çağıracak insan yok, zaten benim kendi düğünüme bile gidesim yok.

Uzun ilişkiler, uzayan ilişkiler ve uzatmaları oynayan ilişkiler. Tanrım ne çok!

Çoğumuzun başından geçmiş hikayeleri aynı mı diye merak ettim, çevremdekilere neden bitti ilişkilerin diye sordum. Cevaplar panayır alanı gibi çok şenlikli ;
- Hep sümsüklerle çıktım ondan bitti
-Çok çocuktu ondan bitti
-Umudum kalmadı ondan bitti
-Kültür seviyelerimiz farklıydı ondan bitti
-Taviz verdiğim için bitti
-Saygı azaldı ondan bitti
-Kendimden çok onu düşündüğüm için bitti
-Kendisiyle ilgili anlattığı her şeyin yalan olduğunu öğrendim ondan bitti
-Orta yolu bulmayı egoma zarar verecek bir şey olarak gördüğüm için bitti
-Şiddet vardı ondan bitti
-Her boka burnunu sokuyordu ondan bitti
-Her şeye burun kıvırıyordu ondan bitti
-Çok kıskançtı ondan bitti
-Kendimi değersiz hissettim ondan bitti
-Paylaşım bitti ondan bitti
-Benim istediği kişi olmadığıma karar verdi ondan bitti
-Özlemediğimi gördüm bitti

10 kişiye sordum, biri bile aynı cevabı vermedi. Tuhaf geldi, kendi sebeplerimi düşündüm. Benimkilerde yukarıdakilerden farklı çıktı. Sonra buldum en sağlam cevabı, cümlemiz için aynı;

ASLINDA HEPİMİZİN İLİŞKİSİ, TANIMADAN BAŞLADIĞIMIZ İÇİN BİTTİ.

Ayrılma nedenlerimizin ortak dili; tanıdıkça aslında çok da sevmeye değer bir şey olmadığını gördüğümüz için bitti.
Tıpkı bir gün değerlenir diye aldığınız evin, o kadar da değerlenmeden elden çıkarılması gibi.

B İ T T İ...






2 Temmuz 2017 Pazar

B E K L E N T İ







"İnsan her şeyin ölçüsüdür"

Böyle demiş MÖ 486 da dünyaya gelen Atinalı Protagoras. Felsefenin en güzel yanı öne sürülen düşüncelere bakıldığında insanın başlangıçtan bu yana hiç değişmediğini gösteriyor olması bana kalırsa. İnsan çiğdir, insan özdür ve çağlar da geçse, medeniyetler yıkılıp baştan kurulsa bile insan aynı kalır.

Bir yaşama sırasında başınıza gelecek her türlü iyi ve kötü hadisenin tek sorumlusu sizsiniz, kendiniz yani. Dünyada yaşayan 7.5 milyar insan var, fakat yalnızca sevdiklerinizin ölümü ve doğumu etkiliyor sizi. BM ye göre 192 ülke mevcut, onun üke olarak tanımadıklarıyla birlikte bu rakam 236 ya ulaşır. Siz kaçına ayak bastıysanız, yahut kaçını görebildiyseniz sihirli kutunun içinde renklendirmeye çalışırken hayatınızı o kadarı mevcut aslında. Yeşilin rengi ve/ya yaprakların sesi siz onu o şekilde yorumladığınız için var. Ve sürüsüne bereket daha pek çok şey.

Gelelim asıl konumuza, hayal kırıklıklarımız, dost masalarında anlattığımız acılarımız, kazıklarımız, ihanetler, bizi mutlu ve mutsuz eden bütün olaylar. Omzumuzun üzerinde ara sıra taşımaktan yorulduğumuz kafalarımızın içindeki kudretli beyinlerimizin, var oluş sebebi bizi hayatta tutmak. Bütün bu bahsi geçen duygu durumlarıyla onun bir ilgisi yok. Duyguları isteyen bizleriz, gördüğümüz herkesi/her şeyi gözlerimiz ve bilinçaltımız süzgeçlerden geçiriyor, sonra kimisini yakın buluyor, kimisini uzak tutuyor, kimine aşık olup, kiminden nefret ediyor. Altta yatan binlerce farklı sebepten oluyor bütün bunlar. Hayatlarımıza almaya karar verdiğimiz insanlar içinse bizler çok da farkında olmadan beklentiler oluşturmaya başlıyoruz.

Yaşamdaki insan ve kendimiz kaynaklı mutluluk ancak doğru beklenti yönetimi ile mümkün kılınabilir bana göre.

İlk kural: KENDİNİ TANI.
İkinci kural: KARŞINDAKİNİ TANI.
Üçüncü kural: ONDAN SEN OLMASINI BEKLEME.
Dördüncü kural: ONA HER ŞEYİNİ VERME, ONA YETECEK OLANI VER.

Hayatımızın en iç halkasında bulunan insanlara yaptığımız uğraşlar sonrası benzerlerini beklemek, ve karşılığını bulamayınca kendimizi "değersiz" hissetmek, bizim yanlış beklenti yönetimimizin bir sonucudur. Belki bizim verdiğimiz onca uğraşı karşı taraf da beklemiyordur, belki bu ilişkiyi bu şekilde kuran "bizden" kaynaklıdır bu alma verme dengesindeki eşitsizlik. Ya da belki benzer yerlere koymamışızdır birbirimizi. Siz "can" görürken, "dost" olmuşsunuzdur biri için, "dost" sanarken o sizi almış "yakın arkadaş" halkasına koymuştur, "yakın" dediğiniz "uzak" bellemiştir sizi. "aşk" dediğiniz için "ilgi duymadır" karşılığınız.

Hayatın basit bir matematik olduğu kanaatindeyim, eğer bir denklemde eşitlik yok ise, dengeler bozuluyor. Kendimizi ve karşımızdakini tanımadan denklemi doğru kurmak mümkün olmuyor. Uğraşları doğru yerlere vermek, elimizdeki kaynakları- ki en mühim kaynak zamandır- doğru yönetmek gerekiyor.
Sizi üzen herkes ve her şey için tek sorumlu sizsiniz. Karşınızdakine yüklenmeye gerek yok, onun sizi kırmasına ya da vakti zamanında mutlu etmesine siz izin verdiniz. Fedakarlıklarınız için kimse kapınızda yatmadı, gecenin kör vakitleri siz kendiniz açtınız o kapıları.

Beklentilerinizi yönetmeyi öğrenin, doğru bedelleri ancak bu şekilde ödersiniz. Aksi takdirde yanlış insanlara yaptığınız fazla yüklemeler sonucu nerede yanlış yapıyorum diye düşünürken bulabilirsiniz kendinizi.




22 Haziran 2017 Perşembe

I N S A N | S E N

"Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen."Şeyh Gâlip 

Bakıyorsun kendine aynanın karşısında, aynını görüyorsun. 
Beğenemiyorsun bir türlü, 
İçinde yaşayan sana düşman biri var, seni sürekli yargılayan, her yaptığına bir kusur bulan, seni eleştirmekten zerrece geri durmayan ve seni sevmeyen bir sen var. 
Gördüğün surete selam çakıyor her seferinde, gizliden sırıtarak. 
Yaşamın bir türlü tam olmuyor, 
Hani tıpkı şu dizelerdeki gibi; 
"Her nerede değilsem, orada mutlu olacakmışım gibi gelir" 
Sana da böyle geliyor, olmadığın yerlerin hasretini çekip, tanımadığın insanların hayalini kuruyorsun ve "sen" olmayan diğerlerine imreniyorsun. 
Sanki senin dışındaki herkes mutluluktan ya da başarıdan sarhoş olmuş da, bu festivalde kafası güzel olmayan bir sen kalmışsın gibi hissediyorsun. 
O kadar eminsin ki kulağına fısıldayan o sesten, yanılabileceğini hiç düşünmüyorsun.
Şimdi,
Kapat gözlerini, koy yüreğine elini.
Ve bağışla kendini,
Sev kendini.
Dön bak geldiğin yollara, dön bak sınandığın tüm zorluklara, dön bak aynaya-aynına.
Hatalarını da sev, yaptığın doğruları da.
Bugün o kadar çoşkulu geçmedi mi, varsın aldırma.
Dön bir bak yarına.
Yorma artık, çırpınma, bekleme başkasını gelip seni sevmesi için.
Dost kıl içindeki düşmanı kendine.
Değiştir kulağına fısıldadığı cümleleri,
"Ben senin hep yanındayım" desin sana yalnız kaldığında,
Ayağına çelme takmak yerine, omuz ol artık kendine.
Korkmak öyle olağan, öyle doğal ve samimi ki, sev artık korkularını da,
"Bunu da halledeceğiz beraber" desin zorluklar kapıya dayandığında,
Gücüm yok deme, biliyorsun kimseden aşağı kalır yanın olmadığını,
Her günün yeni bir armağan,
Kutla yaşamını.
Ve unutma şu satırları ;

"Kendine bir hoşça bak, âlemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.." 








14 Haziran 2017 Çarşamba

U Y U Z

Parazit : Bir canlıda sürekli veya geçici yaşayarak, ona zarar veren başka canlı.

Uyuz oldum! Bir olaya ya da birine değil, bildiğiniz tıbbi anlamda uyuz oldum. Yalnızlığın çaresini bedenim buldu sonunda, bir parazit edindi kendine,bir süredir birlikte yaşıyormuşuz çok sevgili parazitimle. 

Kaşınmaktan vücudumda yaralar açtım sanarken, meğer beni içten içe yiyip bitiren bir şey varmış derimin altında. Benimkinin tedavisi kolay, bir losyona ve evi kırklamaya bakıyor. Kıyafetlerinizi çöp torbalarına koyup 1 hafta boyunca hava almadan bekletmeniz gerekiyor, sonra yıkamanız ve en önemlisi ütülemeniz. 
Peki ya hayatımızda kanlı canlı yer edinmiş olan parazitler? 
Bizi içten içe yiyip bitiren başka neler var diye düşündüm; mesela iş stresimiz, ya da artık gitmeyen ilişkimiz, borçlarımız, alacaklarımız, bizlere kulliyen zarar olan arkadaşlarımız, menfaat odaklı insanlar, yaptığın iyiliğin nankörlükle sonuçlandığı fedakar yaklaşımlar, sağlık sorunlarımız, sevdiklerimizin sorunları ve belki de ilk anda akla gelmeyen daha pek çok şey. 
Görünmez parazitlerimiz var yani, günden güne bizleri eksilten. Devrik kurulan sevgi sözcükleri sonrası yıkım kararı alınan ilişkilerimiz gibi, müdürün Nazi subayına dönüşüp 
ustalıkla işgence etmesi gibi, talepkar hayatlarımızı nasıl dengeleyeceğimizi bilemememiz gibi. . . 
Malesef onları çöp torbalarına koyup havasız bırakarak, ya da ütü basarak öldüremiyoruz. 
Bedenlerimiz mücadeleci, parazite hemen yenik düşmüyor, hatta öyle güzel savaşıyor ki, iki ay çaktırmadan gündelik hayatınıza devam ediyorsunuz. Beden savaşmaktan yorulunca kaşıdığınız yerler yara olmaya başlıyor, küçük küçük oyuntular oluşuyor teninizde. 
Görünmez parazitlerde bu oyuklar bazen kalbimizde, bazen hayatımızda açılıyor. Ve kapanması bedende olduğundan daha uzun zaman alıyor. Bedenden feyz almalı ve eğer hiçbir şey yapmıyorsak, görünmeyen parazitlerimiz için derhal bir çözüm bulmalıyız. 
Bizi yiyip bitirmeye başlayan ilişkimize son vermeliyiz mesela, müdürlerin iş yerlerini toplama kampına çevirmesine ve bizleri esir etmesine izin vermeyip mutlu çalışabileceğimiz işler aramalıyız ya da, sürekli şikayet ettiğimiz şehirlerden taşınıp, istediğimiz hayatları sürebileceğimiz kentlerin yolunu tutmalıyız, menfaatlerle yaklaşan tüm ahbapları kapının dışına atmalıyız. 
Parazitleri her şekilde hem bedenden hem hayatlarımızdan atmanın yollarını aramalıyız. 
Bütün bunları yaparken parazitlerimize büyük sorunlar gibi yaklaşmamalıyız, her şeyin olduğu gibi onunda bir çözümü var nasılsa. Eğer onu büyütürseniz, bir parazite hak ettiğinden çok daha fazla değer vermekle kalırsınız yalnızca. 
Ordan bakınca tuhaf gözüktüğünü bilsem de, ben sevdim bu paraziti, zira kendisi bizi baya eğlendirdi. Müthiş espirilere malzeme oldu, anlatacak sağlam bir hikaye bıraktı ardında, hatta mevcut arkadaşlık ilişkilerimizi güçlendirmiş olması bile muhtemel. 
Eğer bedeninizde ekstrem bir durum varsa, mutlaka doktora gidin. 
Eğer hayatlarınızda bir durum varsa, evinizi kırklar gibi hayatınızı da ayıklayın. Yüksünmeden, yorulmadan, isyan etmeden, tatlı tatlı kaşınarak mesela. 
Tıpkı benim gibi, sizde mutlu olmaya geldiniz bu dünyaya, unutmayın! 
Azıcık kulak verin bu tescilli uyuza :)


11 Mayıs 2017 Perşembe

K A Y B O L M A K


Cenevrede botanik bahçelerindeki tropikal çiçeklerden biri bu resimde gördüğünüz. Bunu bu şekilde çekebilmek için bir lens aldım telefona, çiçekler hayatın renklerini gösteriyorlar diyerek ha babam çiçek çeker oldum. Botanik bahçesine gidebilmek için ise, on beş dakika boyunca ciddi bir yağmurda yürüdüm, ve botanik bahçesinden çıktıktan sonra bahçeden çıkamadım bir türlü, kayboldum. Önce yukarı çıktım, yol bitti geri döndüm. Sonra sola gittim, kapı kapalıydı geri döndüm. Kaza bela bir şekilde çıkabildim bahçeden, göle girmiş kadar ıslanmış bir şekilde, zira Cenevre' ye iyi yağıyor mübarek! 

Bu esnada botanik bahçesinin içindeki minik hayvanat bahçesini buldum, ve hayatımda ilk kez ceylan ve flamingo gördüm. Bizim inekler nasıl kokuyorsa ceylanlar da öyle kokuyormuş, kokularının öyle olabileceğini bilmezdim, şaşırdım. 
Ve de bu tropikal çiçeklerin çok da bir kokusu yokmuş. Renkler canlı olunca insan parfüm kokuları hayal ediyor tabii. 
Bir arkadaşım bana; kokularını içine çekmenin dokunmanın ve izlemenin ayrı keyif olduğuna emin olduğunu söyledi. 
Sırılsıklam olmuş, bizim memleketin ineklerinin kokusunu içime çekmiş bir halde durdum düşündüm. 
Gördüğümüz fotoğraflar ya da izlediğimiz hayatlar bizlere çok keyifli gözükebiliyor. 
Fakat işin arka planı bambaşka oluyor çoğu zaman. Çeşit çeşit zorluktan geçiyoruz, doğru yola girmek için kaybolup, doğru resmi çekmek için ıslanabiliyoruz. Bedeller ödüyoruz sahip olmak istediklerimiz için, bazen madden bazen manen. Şehrin en güzel manzarası için bir tepeye çıkmamız gerekiyor, tıpkı hayatımızda tırmandığımız gibi, orada da tırmanıyoruz dik yokuşları. Fotoğraf karelerine yansıyan kadar mutlu olamayabiliyor ilişkiler, dostlardan kazık yiyebiliyorsunuz beklemediğiniz anlarda, kariyerler için fazla mesailer gerekebiliyor ya da çocuklar uslu durmuyor albüm kapaklarında durduğu kadar.
Bazen kendi hayatınız dağılıyor, tıpkı eviniz gibi. Ve kendinizi nereye koyduğunuzu bulamayabiliyorsunuz, gözlüğünüzü kaybedip durmanız gibi. 
Çamaşır makinesinin içinde kalan çoraplara benzeyebiliyor ilişkiler, en ihtiyaç duyulan anda teki olmadığı için bir işe yaramayışları gibi. 
Hayat kimseye kolaylıkları ile gelmiyor, fakat gördüğümüze aldanıp birilerinin hayatı kolay sanıyoruz ve taleplerimizle doğru oranda artıyor isyanlarımız. 
Hayatı sevmemeye çok yatkınız, bahaneler üretmeye ise meyilli. 
Kaybolmak ise aslında güzeldir, sonu varmak ile biter çünkü bütün kaybolmaların. 
Dağınıklığın içinde kendini bulmak gibidir, gözlüğün yerini hatırlamak. 
Çorabın tekini bulmak, ya da tek bir işe yaramayacağından atmaya karar vermek gibi. 
Kaybola kaybola kaybolmaktan korkmamayı öğrenmek gibi, hiç beklemediğin şeyleri bulmak gibi. 
Çünkü ille ki çıkar her yol eninde sonunda bir düzlük patikaya. 

Beethoven 9.senfoni' yi sağır olduğunda yazdı, 
Einstein' ı ağır zihinsel engelli diye okuldan attılar, 
Sezen' in ilk plağı tutmadı, sonrasında girdiği altın ses yarışmasında altıncı oldu, 
Lincoln yüzbaşı gittiği savaştan er döndü, 
Walt Disney' i hayal kurma yeteneğinden yoksun diye işten attılar, 
Henry Ford, Ford Motor Company' i kurmadan önce beş kez battı. 
Adriana Lima, kocası tarafından iki kez aldatıldı. 

Bu liste uzaya kadar uzayabilir, demem şudur ki:  
"Her hikayenin ve insanların tıpkı madalyon gibi iki yüzü vardır; biri dünyaya gösterdikleri, öteki kendilerine sakladıkları" 

İnanın, tek kaybolan, başarısız olan, terkedilen, aldatılan, kazık yiyen, terfi alamayan, sınav kazanamayan ya da yolu bulamayan siz değilsiniz. 
Bütün mevzu bunlar başınıza geldiğinde, cesaretinizi toplayıp tepeyi tırmanmaya mı devam edeceğiniz, yoksa ağlayarak evinize geri mi döneceğiniz ile alakalı. 
Ve inanın, şehirler tepelerden çok güzel görünürler. 
Bence tırmanın! 
Ve her şeyden önce, kendinize bir hoşça bakıp, inanın! 
Birileri yapıyorsa, sizde yapabilirsiniz. 









6 Mayıs 2017 Cumartesi

P A N S I Y O N

Cenevre- Rue de Lausanne
Tıpkı bu apartman gibi, 
Odalar ile dolu kalpler. 
Hep kiracılarını beklerler.. 

Kalbi hadsiz buldum hep, boyundan büyük işlere kalkıştığı için. 
Niyetin kan pompalamaksa vucuda, bak kardeşim yoluna, 
Senin neyine sevmeler, üzülmeler, ayılıp bayılmalar. 
Ve fakat kabul ettim bu durumu bu şekilde, varsın o da bilmeyiversin haddini dedim. 
Zaman geçmeden, insan yolları aşındırmadan ve kendine ayna olamadan anlayamıyor bir takım işleri, 
Kalplerimiz kiracı ağırlayan apartmanlara benziyor. 
Tek bir oda/evden oluşmuyor, 
Birden çok, belki bu fotoğraftaki kadar değil, ama çoğunuzun sandığından daha çok. 
Odaların bazı kiracıları ömürlük, hep oradalar. 
Bu dünyadan gitmiş olsalar bile, odalarını asla vermiyoruz başkalarına,
Ailemize ait o odalar. 
Bazı odalar kilit altında, kiracıları çıktıktan sonra. 
Önce kiracı sonra ev sahibi tarafından terk edilmiş,
kapısı bir daha asla aralanmayacak, tozlu ve hüzünlü odalarımız var. 
Bazılarıysa hiç misafir edemediğimiz, ama kalmasını çok arzu ettiklerimizin resimleriyle dolu, bir müze gibi bekler durur, kapısı sadece ev sahibine açıktır. 
Bazı odalar hali hazırda dolu, 
Kimi yeni gelmiş, kimi uzun süredir misafirimiz
Rahat etmeleri için elimizden gelenin fazlasını yaptıklarımız var, 
ve rahatımızı kaçırdığı için evden kovduklarımız. 
Kıyak yapıp geniş odalar yahut köşe daireler verdiklerimiz var, 
ve de verdiğimiz güzel odaların kıymetini bilmeyenler var, 
ki elleri kulaklarında onlarında, ha çıktı ha çıkacaklar,
Kendilerine başka yer arıyorlar.
Bazı odaların misafirleri kapıyor panjurları, biz odayı veriyoruz ama bazen o açmak istemiyor camını penceresini.
Başka kalplerde kapı pencereyi açık bıraktıklarından cereyanda kalmış olacaklar ki, tedirgin ve temkinliler, 
Olsun bekleriz, gerekirse battaniye elimizde bekleriz hatta, iyi bir ev sahibiyiz kimseyi hasta etmeyiz. 
Boş olan odalarımız da yeni gelecek misafirlerini beklemekte. 
Kim bilir hangi kalplerden kovuldu bizim yolcular, hangi yollardan geçtiler, ya da hangi yolu geçmek için bizim pansiyona gelecekler. 
ikisine de sahibiz, hem zamana hem boş odaya. 
geleni buyur etmek adettendir nasıl olsa, 
haketmeyene kapıyı göstermek de hakkımız sonuçta. 
kalanların hepsi ömürlük kalabilse keşke, 
ya da bazılarının bu kadar acelesi olmasa. 
yine de çok aldırmayın gidenlere, 
gelenleri beklemenin heyecanına odaklanın
ve
kalbinizdeki odaları sıkça kontrol edin, 
Misafirlerinizi rahat ettirin. 
Ve misafiri olduğunuz odayı kirletmeyin, sizden sonra da kullanılabilsin. 
Ömrümüz ağırlanarak ve ağırlayarak geçecek, 
Unutmayın; 
Ne verirseniz onu alırsınız bu hayatta. 



not: fotoğraf Cenevrede 3 saat kadar önce çektiğim bir apartmandır. Bu da benim yurt dışında yazdığım ilk blog yazımdır. 
Bu yoldan da bu çıktı, fena değildir, üstü kalsın. .


22 Nisan 2017 Cumartesi

Y I R M I A L T I

"Elbet acı duyar
Tomurcuklar açarken
Acı duyar,
Büyürken her şey zorlanır"

Her sene olduğu gibi, bu sene de düşen takvim yaprakları benim ömrüme artı bir olarak ek oldu. Hayatıma girenler/çıkanlar, tanıştığım yeni insanlar, kurduğum yeni dostluklar, yeni bir şehir- beni kendisine hayran bırakan-, daha önce gitmediğim ülkeler, ve farklı milletten insanlar oldu hayatımda bu geçtiğimiz bir senede.

Büyümek kimse için kolay değil biliyorum, benim içinde kolay olmadı, ordan bakınca kolaymış gibi dursa da- her şeyi biliyormuş gibi yapmanında bir bedeli var malum-.

Ben kendi değişimini gözlemleyen insanlardanım, hayatı sorgulayan, gözlerini kocaman açan ve yaşamın her ayrıntısını görmeye çalışan. Kendi değerlerini inşaa eden, kendisine kırmızı çizgiler koyan, sınırları olan kendi hayatı için, ve hayat konusunda sınır tanımayan, yaşamayı gerçekten çok seven biriyim. Şanslı olduğumu hep düşündüm, ama bugünlerde daha da eminim şanslı olduğuma.

Atatürkçü bir ailem var, bana sevgisini ve güvenini vermekten hiçbir zaman çekinmeyen bir ailem var. Anne- Baba, Anneanne- Dede, iyi ki varsınız. Benim yetiştiriliş tarzımdan farklı büyütülmüş insanlarla tanıştıkça, bazen kendimin daha çok insan olduğunu gördüm, düşünce tarzım, cesaretim, korkusuzluğumu bana ailem kazandırdı. Yaşamımda kalite aramayı annemden öğrendim, dürüst ve ahlaklı olmayı ise babamdan, doğru bildiğimi söylemeyi ablamdan, adab-ı muaşereti dedem öğretti, gerektiğinde boş vermem gerektiğini ise anneannem. Hepsinden önemlisi, ailem bana vicdanı ve merhameti öğretti. Aldığım bütün yolların taşlarında onlardan izler var, ve hep olacak.

Bir insanı canın kadar sevmeyi, Zuzudan öğrendim. Bir insanın yüreğinin tertemiz olabileceğini,  kirpiklerin de naif olabileceğini, kendinden başkalarını da düşünmeyi ve bunun beni de mutlu ettiğini onunla öğrendim. Sadece bu kadar değil tabi ki, hayat dalgalı bir deniz, ve insanlar limanımız, kıyılarımız. İnsanlara liman olmayı, kıyılarında huzur bulmayı, kaygılardan arınmayı, kendinden çok başkasını öne koymayı ve yazmakla anlatılmayacak kadar değerli anıyı, Zuzu sayesinde öğrendim.

Yeni insanlarım da oldu bu sene, 9 ayda asırlık bir dostluk kurduk kendileriyle. Aklı yarı zamanlı çalışsa da arasıra, erkek-kadın olarak dost- kardeş olunacağını ispatladık birlikte. Korkmadık ucuz yanlarımızı birbirimize göstermekten, korkmadık düşündüğümüzü açıkça dile getirmekten. Biliyorum, seninle çok yol alacağız daha kardeşim, ülkeler görecek, insanlar tanıyacak ve kimseleri yakıştıramayacağız birbirimizin koluna, bir kaynana edasıyla.

Beni öyle güzel sevenler oldu ki, gözlerindeki parıltı içlerindeki sevgi, o incelik, o temizlik, inanmamı sağladı dünyadaki kötülüğün bitebileceğine, sevgi ile. Çıkarsız sevebildiğini gördüm insanların, beni tanıdıklarını, beni "ben" olarak görebildiklerini gördüm. Minnet duymak nedir bilmem ama, minnettar nasıl olunur öğrendim. Umarım, üzülmelerine ömrümün hiç bir mevsiminde sebebiyet vermem.

Ve beni bir zamanlar sevmiş olanların, bana saygı duyduğunu, beni çok güzel yerlere koyduklarını gördüm. Onlara verebildiklerimin, ve onlardan aldıklarımın çok değerli şeyler olduğunu anladım.

"Başkasının ayakkabısını giymeden onu anlayamazsın"

Bu cümleyi aldım, hayatımın merkezine koydum. Bol bol ayakkabı değiştiriyorum şimdi, ve biliyor musunuz, dünya olmayı öğrendim. Her birinizi anlayabilirim, Nazım gibi "burnumla" değil üstelik, kalbimle yüreğimle, herkesi sevebilirim, bütün hırçınlıklarınızı yatıştırabilirim. Öfkenizi dindirebilirim ve anlamanızı sağlayabilirim hayatın sandığınız kadar zor olmadığını.
Kendi içimde öyle bir kaynak buldum ki, kimseye kızmamayı ve bağışlamayı öğrendim, öfke duyacak kadar zamanım yok çünkü benim.

Çok şanslıyım, çünkü biliyorum, sizin tarafınızdan çok seviliyorum. Tabi ki herkesçe değil, ama sizler işte, beni sevenler, sevginiz öyle kutsal ki benim için, sizler benim kalbimi genişlettiniz.
Sizler, iyi ki varsınız! Ben her birinizi çok seviyorum, bunu söylemekten çekinmeyecek kadar çok!
Yaşama olan tutkumu umarım ben hiç kaybetmem, ve eğer siz henüz tutkunuzu keşfedemediyseniz, umarım bulursunuz en kısa zamanda. Çünkü benim gidecek çok yolum, tanışacak yeni insanlarım, yaşayacak şehirlerim, kıyılarına sığınacağım dostluklarım bitmedi. Ben her sene yeni şeyler öğrenecek ve  her yeni senemde yeni şeyler keşfetmeyi isteyecek kadar talepkarım bu hayatta.
Sizler de olun, ne olur.
Ama her şeyden önce, hepiniz, VAR OLUN!

Teşekkür ederim. .
Hoşçakal yirmi beş :)

18 Nisan 2017 Salı

K A R A M S A R



Olumsuz hava muhalefetinden bir türlü kalkış yapamayan uçağın içinde beklemek gibi;  karamsar bir halde ülkeyi/dünyayı seyretmek. Ne uçaktan inebiliyorsun, ne varacağın yere gidebiliyorsun.  Biliyor musun, ben çok yoruldum. Karamsar olmaktan, sürekli kendimi endişelendirmekten, yarın yokmuş gibi düşünmekten, aldığım nefesi ciğerlerime kadar çekemeden geri vermekten.

"Özgürlüğün, yaşamının farkına varman olacak"

Sanırım senin de benim kadar ihtiyacın var bu satırlara, benzer endişeleri barındıran tüm diğer insanlar gibi. Senin-benim dışımda gelişen olayların en çok sende-bende kaygı yaratması bana artık tuhaf gelmeye başladı. Ve farkettim ki, yaşamın özünü kaçırıyoruz bir bir. Dünyalar kuruluyor ve dünyalar yıkılıyor, insanlar sağ çıkıyor, yahut kayboluyor içinde.
Endişeye mahal yok, neden biliyor musun;
"şu yaşamak dediğin öyle ümitli bir iş ki sevgilim, insan savaşın ortasında bile hayat kalıntıları bulur kendine, ölmeye değil yaşamaya çalışır var gücüyle"

İşte bu yüzden, artık sen de endişelenme, yaşamını kaçırma, hayatın ucunu bırakma, yazın ortasında kışa dönse de hava, gel benimle biraz dolanalım birlikte başka diyarlarda. Çünkü ne gitmesi ne de kalması sandığın kadar zor değil bu dünya üzerinde.

Mesela şimdi seninle biz, ikimiz; 
Güneye insek, pastırma yazlarından önce, bahar da soluklansak, ikliminde akdeniz olduğu bir yere kaçsak, yaşadığımızın farkına vardığımız toprak parçalarında hüküm sürsek beraber.. ben bohem olsam, sen projelerinle yeni dünyalar kurtarsan, küçük bir kasaba da sanatın içine dalsam, dans ederken kendimi bulsam. 

İçinde eşyadan çok bizim olduğumuz bir evin, güneş gören odalarında kamaşsa gözlerimiz, gözlerin insanda festival telaşları uyandırabileceğini keşfetsek böylece ve ılık rüzgarların geniş perdeleri havalandırıp içeri girdiği pencerelerimiz olsa; camları dünyaya açılanlardan. 

Ben sana yumurta yapsam her sabah, sen kahveyi demlesen. Evin önünde bir portakal ağacı olsa; sabahları kokusu buram buram duyulsa, kahvaltı masası evin en değerli yeri olsa; sohbetlere kucak açan, bizi kelime kelime daha da birbirimize yakınlaştıran. evde bir oda senin mabedin olsa, ben kendi derdime düşsem, öğle sonraları güzel sokakların köşe başlarında buluşsak seninle, biraz dolansak ve derin bir sohbete koyulsak, gördüğümüz birkaç güzel anı fotoğraflasak, ve bu hikayeyi sonsuza uzatsak. . .


Mümkün olabilir mi dersin? 

Neden olmasın :) 
Hadi soluklan biraz, kötü şeyler düşünme.
Mutlu olmak için büyük şeylere ihtiyacın yok seninde.


11 Nisan 2017 Salı

P A R I S | F R A N S A

"..Heeeeyy!!
Ne duruyorsun be, at kendini denize
Geride bekleyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere."


Ne kadarına ihtiyacınız var sahip olduklarınızın ve gerçekten ne kadarına sahipsiniz satın aldıklarınızın?
Kaç gömlek, kaç pantolon yeter üzerinizi örtmeye, kaç çanta gerekli evinizi sığdırmak için, kaç ayakkabı lazım adım atabilin diye?
Bedelini ödeyerek sahip mi oluyorsunuz hayatlarınıza? Yoksa tek çaresi ölmeden önce yaşamak mı sahibi bile olmadığınız, emaneten kullandığınız bu bedenlerin içinde?


Bilenleriniz vardır belki, ben tek başıma seyahatlere çıkıyorum. Bir gezi yazısı sanabilirsiniz ama ben başka şeyler anlatmak istiyorum. Bir arkadaşım Paristeyken bana şunu sordu;
-Ne arıyorsun orada? Kendini mi bulmaya çalışıyorsun?

Durup düşündüm biraz, ve ne aradığımı söyledim. Yaşamın kaynağını! Gittiğim farklı ülkelerde, yürüdüğüm başka kaldırımlarda, dolaştığım geniş sokaklarda ve gördüğüm yüzlerde yaşamın kaynağını arıyorum.


Karşınızda Parisin en önemli simgesi, dünyanın en bilindik kulesi belki. Çimlerde ise insanlar piknik yapıyorlar, evet dünyanın en önemli yapıtlarından birine bakarak keyif çatmak, hatta istediğinizi yiyip içmek bedava. Çocuğunuzla oyunlar oynamak paha biçilemez. Cebinizde ne kadar olursa olsun, o anın canlılığını ve gerçekliğini satın almaya yetmez.
Çevreme bakıyorum, insanları gözlemliyorum, güneş tenime öyle iyi geliyor ki, beni de kışın ağırlığından ve yükünden kurtarıyor. Çimlerin üzerinde pervasızca yatıyorum, hiç tanımadığım insanlarla ve bilmediğim bir yerde ortak duyguları paylaşıyoruz. O öğlen güneşinin altında, bütün kaygılarımızı evde bırakmışız, bütün sorunlarımızı dolaba kitlemişiz. Göçebe hayat süren bir toplum gibi eşitiz hepimiz, bağımız bahçemiz yok, dikili ağaçlarımız yok, bekleyenimiz ya da gelenimiz yok. Cıvıl cıvıl bir ışıltı var sadece, güneşin adeta kanıtlar sunduğu yaşam kaynağı var.


Saat üç gibi kalkıyorum oradan, çantamı sırtlanıyorum ve düşüyorum yollara. Champs- Elysees üzerinden Moulin Rouge' a, ve oradan Sacre Coeur a çıkıyorum.



 Yolda yürürken iki manzara daha dikkatimi çekiyor, bu kez insanlar konu. Resimde gördüğünüz iki güzel hanımefendi, -ben insanları yaşlı genç diye sınıflandırmayı sevmiyorum, çünkü nice insanlar gördüm takvim yaprağıyla ölçülmüyor insanın yaşı- sallana ballana yürüyorlar. Çekinmeden hayattan, korkmadan yaşamaktan, halimiz yok diye düşünmeden, sunulan her günü armağan olarak değerlendirerek, keyif alarak ve sohbet ederek yürüyorlar. Dostluklarında buluyorum yaşamın kaynağını bu defa, hayat üzerinizden hangi zorluklarla geçerse geçsin, yan yana kalmanın ana kaynaklardan biri olduğunu anlıyorum onlara bakınca.






Moulin Rouge' un önüne geldiğimde daha da farklı bir manzara karşılıyor beni. Sağlığı pek yerinde olmadığı için biraz zor yürüyen bir beyefendi, elindeki kamerası ile en güzel açıdan yakalamaya çalışıyor görüntüyü. Düşünüyorum;
-hadi ben göstermek için çekiyorum, sonra hatırlamak için biriktiriyorum bu fotoğrafları, peki ya siz beyfendiciğim?
-daha ölmedik ya, bizim yaşamak hakkımız değil mi sonuna kadar ?

Diyor bana, yaşamın kaynağını onun azminde görüyorum, kaç takvim yaprağı devirmiş olursak olalım, gidilecek yollar, görülecek manzaralar bitmeyecek diyorum kendime. Yaşam işte bu kadar değişken ve olağan!




Moulin Rouge' un yanından Sacre Coeur' a doğru bir yokuş çıkmaya başlıyorum bu kez. Yolda burnuma çalınan birbirinden güzel kokular Paris' te olduğumu hatırlatıyor, ve zamanda yolculuk yaparcasına tırmanıyorum yokuşu. Sanki Paris' ten çıkmış, az sonra ayaklarımın ucunda sahili bulacakmışım gibi hissediyorum, bağımsız bir kasabaya gelmişim gibi bir his uyanıyor içimde. Küçük butikler, ve adalar algısı yaratan beyaz taş binalar, sokaklarda ressamlar, bir köşede Fransız genç akordionu ile Yann Tiersen çalıyor, yaşam oluk oluk akıyor, fırça darbelerinden tuvallere, kreplerden damaklara, notalardan ruha. Fransız akşam üzerinde yaşam ile doluyor içim, işte hayat diyorum ve bir tepeden Paris' e bakarken buluyorum kendimi, dudaklarımda en bilindik sözler;
"hava bedava su bedava, bir tepeden şehre bakmak, sokaktaki müziği duymak ve hayatı yakalamak bedava! "




Akşam oluyor, şehre karışıyorum, şehirli gibi hareket edip metrodan iniyorum. Gecenin bir şehre ne kadar yakıştığını Notre Dame önüne gelince bir kez daha anlıyorum. Yaşam gecenin konusudur diyor sevdiğim bilge, yaşamı düşünüyorum. Yaşanacakları, beni bekleyenleri, sağ çıktığım savaşları, sahip olduklarımı, sahip olduğumu sandıklarımı. Yaşamın kaynağının ücretini ödeyecek kadar zengin kimse yok diyorum sonra, bu sadece farkındalıkla sahip olunabilecek bir şey. Çevreme bakıyorum, 3 genç gösteri yapıyorlar hani şu ellerinde çubuk ucunda alev olanlardan. En sonunda maytaplı güzel bir show ile bitiriyorlar,
Notre Dame' ın heybetinden biraz çalarak geceye anlam katıyorlar. Gösterileri bitiyor, gösteriyi sunan genç şapkayı alıyor eline ve izleyen herkes koşa koşa para vermeye gidiyor. İnanamıyorum gördüğüme, çünkü emekleri, toplanan halk tarafından saygıyla karşılanıyor. Öylesine atmıyorlar parayı, canı gönülden veriyorlar; geceyi güzelleştirdikleri için teşekkür mahiyetinde.
Yine görüyorum o kaynağı, verilen çabaya duyulan saygıda, hayatın sizi karşılıksız bırakmayışında, yaptığınız güzelliklerin size geri dönüyor oluşunda.



Yaşamı buldukça zenginleştiğimi fark ediyorum, üstelik bütün bunlar için hiç para harcamıyorum. En değerli şeyler, satın alınamayacak kadar pahalı olanlardır. Sağlığınızı satın alamazsınız, arkadaşlarınızı satın alamazsınız, sevgiyi satın alamazsınız, güneşi, ayı, hiçbir tabiat olayını satın alamazsınız.
Yaşamı satın alamazsınız!
Önünüzde öylece durur, size tek söylediği ise, ölmeden önce yaşamalı olur!

Hepinizin her gününün yaşadığınızın farkında olarak geçmesini dilerim, en azından bundan sonrası için!
Ben yaşadığım müddetçe, gidecek yollarım hep olacak. Gözüm, gönlüm ve yönüm hep açık olacak.
Umarım sizlerde, kalbinizi genişletir ve ruhlarınızı iyileştirebilirsiniz!
Sevgi ile ...








29 Mart 2017 Çarşamba

R O M A N Y A | B Ü K R E Ş

"Çanağında ne varsa, kaşığına o gelir" 

Gezmek görmek, yeni dünyalar keşfetmek, yeni kültürler ile tanışmak, bilmediğin bir şehrin sokaklarında tanıdık adımlar atmak. .

Bana her zaman yeni bir soluk olmuştur yol almak, yola çıkmak fikri bile beni sakinleştiren ve heyecanlandıran bir durumdur. Çünkü çanağında neler olduğunu ve çanağına neleri daha koyabileceğini en çok yolculuk esnasında anlar insan, zaten hayatta yaşam ile ölüm arasında katedilen bazen uzun bazen kısa bir yoldur bana kalırsa. 

Gezmek güzel şey amma bu hayatı da yorumlamak lazım biraz da ve de anlatmak gitmeyene, bilmeyene, görmeyene. Belki zaman olur o da gider diye, ya da belki gidecek hali vakti yoktur senin sayende gitmiş kadar olur diye. 

En son üç hafta kadar önce Romanya- Bükreşteydim. Ben öyle yolculuğa çıkmadan önce yol hakkında çok araştırma yapanlardan değilim, temel bilmem gerekenleri öğrenip, şehri şehirde keşfetmeyi seviyorum. Önce arabası olanlara güzel bir bilgi vereyim, Sabiha Gökçen' e çok yakın olan, 15 dakika da bir ringi olan ve 3 dakikada havalimanına varan Pentaş yahut İspark a arabanızı günlüğü 8 TL karşılığında bırakabiliyorsunuz. Sonrası toplamda 1 saatlik bir uçuş ve Romanyadasınız. Schengen ile ya da Romanya vizesi alarak da gidebilirsiniz. 
İlk uyarım, havalimanında para bozdurmayın! Bizim Türk Lirası şaşılacak şey ama onların LEI sinden daha değerli. 1 $ = 4.22 LEI iken havalimanında 3.60 LEI 'den bozdurarak ilk kez kazık yemiş oldum ve kendime yakıştıramadım. 8 LEI ile otobüs ile 40 LEI ile taksiyle şehir merkezine varabilirsiniz. 

Nerede kalacağız derseniz, bütçenize göre otel veya hostel seçebilirsiniz. Şehre gitmeden çoğu blogda güvenli olduğunu okudum, gerçekten güvenli bir şehir olduğuna da inanabilirsiniz. Old Town diye bir küçük merkezleri var, geceleri Bodrum Gümbete dönen ve eğlencenin son bulmadığı. Tarihe tanıklık etmiş şahane restoranları var, bunlar için rezervasyon yaptırmanız gerekecek çünkü küçücük şehir tıklım tıkış dolu. Cara'Cu Bere diye ünlü bir restoranı var, içi muazzam güzellikte, o yüzden giderseniz orada bir yemek yemenizi öneririm. 
Foursquare kullanıyorsanız orası size gerçekten doğru yerleri önerecektir, TripAdvisor turistlerin yoğunlukta kullandığı bir uygulama olduğu için, Foursquare de yerlilerinde düşüncesini bulabilirsiniz. 1888 de açılmış olan Atheneum konser salonuna vardığınızda ona iki dakika mesafede ara sokakta kalan French Revolution dan ekler yemek must have listesinizde olsun, ömrümün en iyi eklerini yedim ben çünkü. Gerçekten iddaalıydı, bu arada Atheneum da eğer şanslıysanız bir konsere denk gelebilir ve kulaklarınıza da ayrı bir ziyafet yaşatabilirsiniz :)
   

Mustafa Kemal Atatürk' ün büstünün olduğu ve Old Town' a oldukça yakın Odeon Tiyatrosu önünde, Ata ile haklı bir gurur yaşayabilir ve bu anı fotoğraflayabilirsiniz. 


Bükreşte 3-4 tane birbirinden güzel park var büyüklüğü hayranlık uyandıracak cinsten. İnsanlar yalnızca spor yapmaya gitmiyorlar bu parklara, her medeniyet seviyesinin göstergesi gibi, yeşille ruhlarını beslemeye, tabiatın içinde birbirleri ile sohbet etmeye, dünyanın kaprisini bir nebze olsun hafifletmeye gidiyorlar. Siz de arkadaşınız var ise onunla, yoksa da ebedi dostunuz olan kitabınızla gidebilir ve muazzam ağaçların altında tatlı bir öğle yaşatabilirsiniz kendinize. 

Yemek ve içki fiyatları İstanbul ile aynı, korkmanıza gerek yok. Bir kokteyl için maximum 35 TL, bir yemek için maximum 40 TL ödersiniz. Daha da kıyak bir şey isterseniz, paraya da bakmazsınız zaten :) 

Gelelim Bükreş denilince ilk akla gelen ve beni en çok etkileyen yere. Parlemanto Binası! Ben bilmiyordum, gidince öğrendim. Romanya Eflak- Boğdan hikayesinden sonra monarşi ile yönetilmeye başlıyor. Romanya kralının SSCB ye toprak vermesi ile, kral rezil oluyor ve general Antonescu yönetime el koyup toprakları geri almak için Almanyaya destek veriyor. 1944 yılında Kızıl Ordu, Antonescu' yu deviriyor ve Romanyayı işgal edip, 1947 de Komunist Romanya Halk Cumhuriyetini kuruyor. Gel zaman git zaman 1967 yılında Çavuşesku ülkenin başına geçiyor, ve komünizmin yerini gün be gün diktatörlük alıyor. 
Gelelim bu amcamızın yaptıklarına; 
-Kürtaj yasak, en az 5 çocuk! 10 çocuk varsa kadın kahraman ilan ediliyor. 
-Kadınlar doğum muhafızları yüzünden çocuk doğurmaya mecbur kılındığı için belki de yüzbinlerce çocuk annesiz büyüyor çünkü kaçabilen kaçıp gidiyor. 
-Boşanmak, e o da yasak. 
-Doğum kontrol, e haliyle o da yasak. Avrupada çocuklarda AIDS bu yüzden 80lerde  %60 ile en çok Romanyada görülmüş. 
-Batıdan dış borç, gani gani! 13 milyar $ borçlanma. Borcun ödenmesi için ülkede tarım ve endüstriyel üretimin çoğunun ihraç edilmesi sonrası ülkede kıtlık. 
-Çavuşesku tok, zengin, ülke aç, yoksul. 
-Medya ve yayın yasağı, yasaklanan kitaplar, halka sadece kendi istediğini izletmesi ve dinletmesi.
-Dünyanın ikinci en büyük yapısı sayılan, inşaatı yıllar süren devasa Parlemanto Sarayı, ya da Romanya halkının tabiri ile "Çavuşesku' nun Evi" 




Sonuç, 89 da bıçak kemiğe dayanır ve halk isyan eder. Ve Çavuşesku ve Eşi ordunun yönetime el koyması sonrası, -Çavuşesku her ne kadar siz bana hizmet ediyorsunuz diye bağırsa da-, kaçarlarken yakalanmaları sonucu iki saat süren bir mahkeme sonrası kurşuna dizilerek sizlere ömür. 

Sonuç, komünist rejimin izleri ve Çavuşeskunun başarısız yönetimi hala etkisini yitirmiş değil. Rumenler hala bunu acısını çekmekte. Ekonomileri AB' de sondan ikinci. İktisadi üretkenlik yerlerde. 

Komünizmden kalma gri beton yığınlarının arasında, yaşamaya çalışmaktalar. Bazen kötü şeylerin sona ermesi maalesef kötü giden gidişatı durdurmaya yetmiyor. Dünya daha iyi bir yer olduğunda, onlarda refaha kavuşacaklar inşallah! 

Gittiğiniz yerden, anlatacak hikayelerle dönmenizi ve şu cümleyi hiç unutmamanızı dilerim; 

"en uzun yolculuklar, bir adım ile başlar"