17 Aralık 2010 Cuma

hoş geldiniz...


                                     hoş geldiniz... sevgili eski sevgililerim.
kiminizi on yıl önce bir akşamüstü, dolmabahçede bir çay bahçesinde kaybetmiştim, kiminiz beni bir yaz günü cehennem sıcağında, bodrumda delirtmiştiniz.

çok güzel, çok berbat şeyler yaşadık sizinle. içinizden bazıları sevmeyi öfkeyle yapılan bir iş sanıyordu. ağlıyor, kızıyor, hatta bazen küfrediyordu. (tanrım bazı küfürler bir kadını nasıl bir çöplüğe dönüştürüyordu.) madem bırakacaktın beni, niçin bağladın kendine demişti. ben susmuştum. bir ölüyle konuşamazdım. susuyordum. susmanın tüm çeşitlerini biliyordum nasılsa ama hiçbiriniz sevmediniz susuşumu.

hoş geldiniz..

isim vermek istemiyorum ama içinizden bazılarını öyle çok sevdim ki, o kadar aşkı koyacak yer bulamamıştık ilişkimizin içinde. en büyük sorunumuz da buydu zaten. ilişkimizin içi öyle abuk sabuk şeylerle doluydu ki... öfke, kıskançlık, liderlik yarışında kullanılacak delici cümleler, küçük yalanlar, büyük yalanlar, orta boy yalanlar, açılınca yatak olan yalanlar, açılınca sorun olan yalanlar.. ilişkimizin içi tıka basa doluydu. aşkımızı koyacak yer yoktu.

hoş geldiniz sevgili eski sevgililerim. kabul ediyorum, bazılarınıza haksızlık ettim. o beni kadın gibi sevdi, ben onu akraba gibi okşadım. suskundu. suskunluğuna şiirsel anlamlar yükledim. oysa o, ruhunu benimkine katık etmişti. onun içimde eriyip kayboluşunu seyrettim. erkekliğimi onun nefesiyle şişirdim. artık o ilişkinin içinde yalnızdım. arkadaşlarımla otururken yan sandalyeye montumu, gözlüğümü ve onu koyuyordum. sonra kalkıyordum ve ben bazen onu ve gözlüğümü unutuyordum. ki müessese bile unutulan eşyalardan sorumlu değildi. eve dönüşlerimizde sıradan şeyler konuşuyorduk. televizyonun açılışı, tüpün hala değiştirilmemiş olması, kapıcının verilen iş - enerji savsaklaması ve kökeni bir türlü anlaşılamayan bir yorgunluk... birbirimizi yoruyorduk. ben artık fıkralarımı başka kadınlara anlatıyordum. çünkü o hepsini ezbere biliyordu. ve ben fıkraya başladığımda boş tabaklarla birlikte mutfağa gidiyordu. ben bir süre sonra onunla değil, fıkralarıma gülen kadınlarla sevişmek istemeye başladım. doğrusunu söylemek gerekirse -ki çoğu zaman gerekmez- bazı bu çeşit sevişmelerim de oldu. ama o zaman da hızla koşup ona sarıldım. kuş ağzında dudakları titredi. ürkek kanatlar gibi. onu öyle çok seviyordum ki aşık olmaya yüreğim yanıyordu. sevgiyle sınırlı tutmak istiyordum. aşkın vahşiliğinden sakınmak istiyordum. çünkü aşk, iki sevdalının kötülüğün sınırında tutkuyla buluşmasıydı. yorucuydu, tehlikeliydi... ama o aşık olamayacak kadar kırılgandı.

ve ben hep başka kadınların ağzında erittim ağzımın tütün kokusunu...

neyse.

hoş geldiniz... ooo... sen de mi geldin? senin ne işin var bu iyi insanların arasında sana söyleyecek çok fazla sözüm yok. öyle hızlı çirkinleşiyordun ki, ilk gördüğümde başımı aklıma dar eden gözlerin bir an da iki dipsiz kuyuya dönüşebiliyordu. içine girenler çıkamıyordu bir daha. bir sürü ölü sevda yatıyordu içindeki bataklıkta.

neyse... tatsızlığa gerek yok. madem ki bu gece hepiniz buraya beni görmeye geldiniz, madem ki hepinize bir ömürlük ikram sunmuşluğum var, hoş geldiniz sevgili eski sevgililerim. biliyorum hepiniz biriciksiniz. bu çoğul tanımlama rahatsız ediyor hepinizi. hiç biriniz eski sevgililer grubu içinde anılmak istemiyorsunuz ama hep birlikte gelmişsiniz işte. yapacak bir şey yok.

elbette pis işlere de bulaştık bazılarınızla. yanlış zamanlarda yanlış şeyler söyledik birbirimize. ama hiç birinizin yüzünü silemedim yüreğimden. sadece birinizin fotorafını yaktım mesela. yaşadıklarımı hep taşımak istedim sonrakilere. hepinizin adım göğsüme işledim ve taşıdım göğsümde muska gibi... bir tek sen hariç. ki, burdaki herkes çok iyi biliyorki en çok seni sevdim. ben seninle her şeyi göze almıştım. ama şimdi belki de yine bir fotoğrafını yakacağım. hangi fotoğrafı biliyor musun? hani sen ve ben... hani bir yazlık ikindisinde... hani ellerin ellerimle kardeş, teninde şehvetli bir bronzlaşma, birbirimize bakıyoruz... birbirimizin ta içine bakıyoruz işte o fotoğrafı yakmak istiyorum şimdi. hayır yalan söylediğin için değil. hayır başka sarılmalara aceleyle koştuğun için de değil. yakacağım o fotoğrafı, çünkü fark ettim ki sen orada bana bakmıyorsun. işte bu yüzden. bende yaşadığım bir şeye ilk kez zarar verme dürtüsü uyandırdığım için. ilk kez çırılçıplak bir pişmanlık duygusuyla yüz yüze getirdiğin için yakmak istiyorum senden kalan ne varsa. fotoğrafların, gülüşün...

neyse...

hoş geldiniz sevgili eski sevgililerim


                                                                                        Yılmaz ERDOĞAN

10 Aralık 2010 Cuma

1 yıl daha bitiyor...



Aralık ayı başa çıkılması en zor ay bana kalırsa, Kasım'a yüklenen o hüznün bin katı gizli Aralıkta.
Koskoca 1 yılın bitimi sonrası pişmanlıkların baş göstermeye başlaması bir noktada.

bitmek üzere 1 yıl daha.. sahi neler değişti hayatlarımızda?
daha mı kiloluyuz öncekinden, yoksa başarabildik mi 'bir' pazartesi başladığımız diyeti sahiden?
not ortalamamızı düzeltebildik mi, kendimize söz verdiğimiz gibi?
yol verebildik mi sorunlu ilişkimizin baş kahramanı 'psikopat' sevgilimize, peşimizi bırakmadığı halde?
ya da geceleri hala rüyamıza giren 'unutulmaz' aşkımıza dön diyebilme cesaretini bulabildik mi, içimizdeki ses susturmak isterken kalbimizi?
o büyük sevginin ardından, devam edebildik mi hayatımıza kaldığımız noktadan?
sözde yakın olduğumuz ama kendisine katlanamadığımız o 'en yakın' arkadaşla bağları koparabildik mi en sonunda?
ya da en yakınlarımız bize çok mu uzak şu anda?
hayatımıza birden dahil olan ve çok kısa bir zamandır tanıdığımız o kişi, her şeyimiz mi şimdi?
gidebildik mi izlemek istediğimiz bütün filmlerin sinemasına?
bahar geldiğinde çimlere uzanıp seyrettik mi öylece geceyi?
saçımıza yeni bir şekil mi verdik mesela, eskiden bayılarak giydiğimiz o tshirtü şimdi gece yatarken mi giyiyoruz yalnızca?
'hadi' dediklerinde bir çılgınlık yapabildik mi, yoksa 'ne hadi? otur şuraya !' deyip kaçırdık mı bütün hevesleri?
'iyi ki!' lerimiz mi önde yoksa 'keşke'lerimiz mi?
en az 3dilde merhaba, 5 dilde hoşça kal diyecektik hani, becerebildik mi bu hayali?
sevdiklerimize vakit geçmeden onları çok sevdiğimizi söyleyecektik, korkmadan sırf içimizden geldiği için 2 kelime sarf etmeyi denedik mi?
yapmak istediklerimizi gerçekleştirip, sevmediğimiz insanlara dönüşmemeyi başarabildik mi?
sahi gerçekten olmak istediğimiz kişi olabildik mi?
en önemlisi, gerçekten mutlu muyuz şu anda?
her birimizin, bir beklentisi var bu hayattan, o beklentiyi elde edebilmek en büyük arzudur çoğu zaman, çok başarılı olmak kiminin beklentisi, kimininki çok zengin olmak, bazısı gezgin olmak ister , bazısının öyle büyük şeylerde yoktur gözü, aza kanat eder, birileri zengin koca diler, ötekisi aşık olmak için her şeyini feda eder, az sayıda insan cesurdur aramızda, mutlu olmadığı an bırakıp baştan başlamayı seçer ve korkaktır kimileri hayatta ona verilenle idare eder yoktur bir beklentisi.


geçip gitti bir yıl daha, zamanında ' zaman geçmek bilmiyor' derken, şimdi 'ne çabuk geçip gitti koskoca 1yıl' diye hayret etmekteyiz.
çöpe atılmak üzere olan bir takvim için pişmanlıkları düzeltmeye çalışmak haybeye olur elbet ama o duvara asılacak ve dolu dolu 365güne sahip yeni bir takvimimiz varken üzülmeye ne hacet! 
eski yenilgilere yeni zaferler kazanmanın vereceği umutla gülümseyin her şeye, istediğimiz noktada olmasak da şu anda, daha gidilecek yollar bitmedi, görülecek yerler tükenmedi, bu yeni yıl sizin en güzel yılınız olur belki :)





7 Aralık 2010 Salı

bir vardı... bir de baktım yok oldu!



'insan kaybedince anlar sevdiğinin değerini' dedi.
'öyleyse bırak, hep kayıp kalsın' dedim.


ne zaman sevmiştik bu denli birbirimizi? 
başlangıcı tam olarak neredeydi?
ve hangi hareketi yüzünden seçmiştik güvenmeyi?
bu gerçekten gerekli miydi?
'sevmek' fiili yemek yemek gibiydi adeta, en elzem ihtiyaca dönüşüyordu insan hayatında zaman aktıkça..
yaşama sebebine ihtiyaç duyarmışçasına bağlanıyorduk sanki biz birilerine, 'sevmek' istiyorduk delicesine..
oysa kimse sevdirmiyordu kendini kimseye, biz bir kapı aralıyorduk 'sevebilmek' için, bir şans tanıyorduk, birlikte zaman geçiriyorduk, etkilenmek istiyorduk, ve kendimiz yazıp kendimiz oynuyorduk.
hayatlarımıza başkalarını biz dahil ediyorduk! 
her yeni tanıştığımız insanı potansiyel sevgili gözüyle inceliyorduk öncelikle, kimileri 'asla olmaz'a dahil oluyordu ilk dakikada, kimisi 'ilgilensin, açılmadıkça sorun yok' a yazılıyordu biraz zaman sonra, bazıları da 'iyi arkadaş olur bundan' grubuna nail oluyordu, ve birileri 'neden olmasın, hoşmuş aslında' grubunda ipi göğüslüyordu. Eğer son gruba birilerini ekleyebilecek kadar şanslıysak o gece, hemen işe koyuluyorduk sinsice, onunla daha çok sohbet ediyorduk ortamda, sosyal paylaşım sitelerinden ekleniyordu iki insan eve gidince, online olunuyordu bütün çevrim içi sohbetlerde, bir bahane bulunuyor ve tekrar dışarı çıkılıyordu, hayaller kuruluyordu sonraları, başlanıyordu yavaş yavaş sevmeye.

işte sevgiler böyle başlamaktaydı, birilerini istersek seviyor, istersek üstünü çiziyorduk..
elbette bu denli aynıydı terkedilmelerde, kız yakın arkadaşlarının omzunda ağlıyordu, kaybettiğinden midir, yoksa terkedildiğinden mi bilinmez çocuğu büyütüyordu gözünde, hak veriyordu birdenbire, ve kendi hatalarını görüyordu istemese de..
erkek mi? 
o da arkadaşlarıyla zaman geçirmekteydi, kendini içkiye vurmaktaydı, belki ilk sigarasını o kız yüzünden yakmaktaydı.
terkedilen herkes bir melankoliye doğru yol almaktaydı ve içten içe suçlamaktaydı karşı tarafı
'niye girdin ya hayatıma, niye sevdirdin kendini? madem böyle yarımyamalak bırakacaktın neden yaptın ki?'
unutuyorduk insanlara kendimizin 'izin verdiğini'


bazen ayrılan iki insan barışıyordu tekrardan, tabi ki de 'bir' geri dön diyen oluyordu iki kişilik sevmelerde, acı çekmesine rağmen birileri gururunu hiçe sayıp 'gel' diyordu ötekine, seni seviyorum işte! 
ve dönünce eski sevgili geriye, eskisi gibi olmaya başlayınca bir şeyler, 'bu muydu?' deniyordu, madem bu kadar basitti, neden üzüldüm ki o denli?
aşk iktidarı seviyordu işte, köpek gibi koşuyorduk birilerinin peşinden bir müddet, yakalamak istemiyorduk içten içe, yakalayınca ne yapacağımızı bilemiyorduk çünkü..
o yüzden kayıp kalması daha iyiydi, o insan için sonsuza kadar üzülmüyorduk ne de olsa, 'aşkın' bir süresi vardı, 'aşkının peşinde koşmanın' da öyle, bir zaman sonra eski tadı kalmıyordu hiç bir şeyin, ve de unutulup gidiliyordu işte, geriye kalan ise tek bir cümle;

'bir zamanlar nasıl da sevmiştim seni, nedense... '



   la la la...                                                

25 Kasım 2010 Perşembe

ortak acılarımız..

ortak acılarımız var bizim, hepimizin başına gelen cinsten..
ortak şaşkınlıklarımız var aynı zamanda, herkesin hayret ettiği türden.
nasıl da sevmiştik o 'eski' sevgiliyi biz bir zamanlar, nasılda ölmüştük aşkından, şimdi ne kadar da uzaktık bir zamanlar ki hayatımızın anlamından..


birden yabancılaşıyorduk birbirimize, sevdiğim adam bu olamaz diyorduk, 'baksana şuna, nasıl da umursamaz, nasıl da karaktersiz, o değil miydi şu kız için atıp tutan, şimdiki kankasının ardından nasıl da söverdi bir zamanlar, nasıl yani nefret ederdi bu çocuktan şimdi birlikte mi takılıyorlar??'
evet herkes değişmekteydi, iki insan ayrılınca başkalaşmaktaydı işler.
erkek eski sevgililerini eklemekteydi, kızın en sinir olduğu o sürtük şimdi erkeğin facebook arkadaşıydı, ve evet kız da kabul etmekteydi kendinden hoşlanan çocukları birbir, ilgi iyi gelmekteydi çünkü, kendine olan özgüveni patlama yapmalıydı bir ayrılık sonrası, bu yüzden çok daha bakımlı ve güzel olmalıydı, erkek spora gidebilirdi parasını clublarda çar çur etmek yerine mesela, kız o çikolataları almak yerine yeni birkaç parça kıyafet alabilirdi kendine, karşılaştıklarında güçlü durmalılardı sonra birbirlerine karşı, ' hayatıma bu denli iyi devam ediyorum işte, bak peşimden koşan ve senden 5kat daha iyi olanları görüyorsun değil mi, sen bana layık olamadın oğlum' izlenimi çizmelidi kız, ' benim hayatım da son derece farksız seninkinden, sanıyor musun evde ağlıyorum senin için, bitti bak, bende günümü gün ediyorum işte, seni 5e katlamazlar belki ama günü geçirmek için de fena değiller hani' demeliydi erkek, ikisi de 'onun gibisini bulamam bir daha' dedirtmeyi istiyordu içlerinden, intikam almaları gerekliydi birbirlerinden, hele ki terkedenden! 


işin matematiği basitti halbuki; iki insan tanışıyordu bir yerde, anlaşıyordu güzelce, bir müddet takılıyorlardı birlikte, ve de aşık oluyorlardı birbirlerine, sonra doludizgin yaşıyorlardı aşklarını, bitiyordu aşkları bir gün geldiğinde, sonrasında ise yolda görüp tanımadıkları insanlardan bile daha yabancı oluyorlardı, en çirkin yönlerini gözler önüne seriyorlardı, 'acı'masızca saldırıyorlardı..
acı içinde kıvranırken daha da batıyorlardı melankoliye, yok diyorlardı, geçmeyecek, onu asla unutamayacağım..

oysa ki bir önceki içinde böyle söylemişlerdi, şimdi o 'eski' en büyük aşkları nasıl oluyordu da bir şey hissettirmiyordu, söylebilecekleri tek şey 'bir zamanlar ne çok sevmiştim seni' oluyordu..bitiyordu işte, her aşk elinde sonunda bitiyordu, hata gözümüzde büyütmekti aslında, şimdi aşığım ama yarın ne olacağını kim bilebilir ki demek gerekiyordu ama kimse cesaret edemiyordu bunu söylemeye sanki günahmış gibi bir başkasını sevebilme ihtimali, bir başkası ile beraberken..

hayat aslında son derece güzeldi, aşık olunacak nice insanlar vardı dışarıda, pişman olmadan yaşamaya çalışmaktı en doğrusu, içinde bırakmadan, biraz cesurca, ama aptallaşmadan..
eğer gün güneşliyse dışarı çıkmaya değerdi.. bilinmesi gerekliydi, bitecekti bu acı, alışılacaktı önce 'yok'luğa, bir zaman sonra gördüğünde bir şey hissedilmeyecekti, tıpkı o 'eski' sevgililer gibi olacaktı 'o' da, resmini gördüğünde 'hiçbir şey' hissetmediklerinden.. ve yine sevilecekti birileri, aşkından ölmeyecekti kimseler, ve hayat böyle sürüp gidecekti.. o yüzden acıya saplanıp hayatı daha fazla ıskalamanın yoktu bir manası..
yine baharlar gelecekti, hemde daha çoşkulu bir şekilde... ;)
sing sang song..                                                   

22 Kasım 2010 Pazartesi

bir insanı sevmekle başlıyordu her şey...


Gitmek istiyordu,eskiden çok sevdiği, bir an önce gelmek için ailesine türlü türlü bahaneler uydurduğu bu şehirden, artık ağır geliyordu bu şehirde nefes almak, öylesine ‘o’na bürünmüştü ki şehir, şimdi onsuz bir harabeydi, bir hiçti adeta, pişmandı şimdi kız, her sokağa onunla daldığına, her cafede bir iz bıraktıklarına, rüzgar estiğinde ona sarıldığına, güneşli günlerde onunla yürüyüş yaptığına..
ayrıldıklarından beri tek başına yürür olmuştu kız güneş her tepeden baktığında, havanın güzelliği insanın kanına girip her işi bırakmaya zorluyordu, ve havayı ‘o’nunla soluyamamak can yakıyordu.çevresindeki sevgililere bakıp hiç biri bizim gibi değil diyordu kız her defasında, bizim kadar yakışmıyorlar birbirlerine, baksana nasılda uyumsuzlar, onlar sevgili olmayı hak etmiyorlar diyordu.eve dönerken bir şekilde kandırıyordu kendini, güzergahıyla hiç ilgisi yokken kestirme olur diyip dalıyordu çocuğun yaşadığı sokağa, heyecandan titriyordu çocuğun evinin önünden geçerken, karşılaşsalar ne diyeceğini kuruyordu içinden..
ışık yanıyor mu diye kontrol ediyordu eğer geceyse, ve karanlıksa o oda, dünya dar geliyordu kıza, dışarıdaydı işte, başkasıylaydı, eğleniyordu belki de delicesine, aklına bile gelmiyordu o ‘büyük’ aşkı..

oysa ne ‘büyük’ bir aşktı onlarınki, kim tahmin edebilirdi böyle biteceğini.. kız aklından çıkaramıyordu o günü; bardaktan boşanırcasına yağıyordu yağmur, okuldan çıkmışlardı, koşa koşa durağa varmışlardı, oğlan gitmeliydi gelecek dolmuşla, yoksa otobüsü kaçıracaktı, zaten son bir bilet kalmıştı, onu da o almıştı.. ama söylemeliydi gitmeden kıza, dayanamıyordu daha fazla, kız sezmişti durumu heyecandan saçma sapan cümleler kuruyordu, ama çocuk nasılsa dinlemiyordu, ilkokuldaki ilk şiirini ezberler gibi çalışmıştı buna, etkileyici konuşacak ve hayır kelimesini duymayacaktı, ‘bilmiyorum’ a razıydı ama hayır olmazdı..dolmuş 10 dakika sonra varacaktı, ve de zamanı gittikçe daralmaktaydı.
‘bir şey söylemeliyim sana’ dedi biraz sonra, kız yere eğdiği kafasını kaldırıp baktı ıslak ıslak, öyle tatlı bir tebessümle ‘dinliyorum’ demişti ki, unutmuştu çocuk ezberini..
‘ben, şeyy, ben aslında düşünmüştüm söyleyeceklerimi ama unuttum şimdi.. off..
Ben… ben, ben seni seviyorum!’

Susup kaldı sonra orada, sanki diline felç inmiş gibiydi, konuşmak istiyor ama tek bir ses çıkaramıyordu..2dakika sonra tekrar başlayabilmişti konuşmaya, ‘biliyorum daha çok bir zaman geçirmedik beraber, tanışalı 2hafta oldu henüz, ama sen hayatıma girdiğinden beri, sabahları uyanmak için bir sebebim oldu, her gün o okula değil sana geliyorum ben, ders bitsin de zaman bize kalsın bir an önce istiyorum, seninle 5 dakika daha fazla geçirebilmek için kendimi paralıyorum, ben komik bir şey söylüyorum da gülüyorsun ya hani bana, dünyalar benim oluyor o anda..ve bir başkası gelip seni gülümsettiğinde kıskanıyorum seni çocukça, paylaşamıyorum adeta.. ben sana aşık oldum, neden diye sorma, çünkü çok düşündüm ama bir nedeni yok, bu yüzden sahici..’

Kız duydukları karşısında çok mutlu olmuştu, çünkü o da çocuğa tutulmuştu, mevsim onun için bahardı şimdi, içinden şarkılar söylüyordu, çocuğa bir cevap vermeyi unuttuğunun farkında değildi..

Sonra birden çocuğun ‘lütfen bir cevap ver artık’ diyen gözleriyle karşılaştı, panikledi bir an ve ‘evet’ diye bağırdı, gülüştüler birlikte, dolmuş 1 dakika sonra gelecekti, çocuk sımsıkı sarıldı kıza, tam 1dakika boyunca..dolmuş geldiğinde, çocuk ‘seni çok seviyorum, görüceksin bak, bambaşka olacağız biz’ dedi ve binip gitti..

Sonraki günleri ve ayları müteakiben, gerçekten de farklı olmuşlardı diğerlerinden, sadece sevgili değillerdi, çok yakın iki arkadaşlardı aynı zamanda, birlikte gülüyorlar, her şeyi birlikte keşfediyorlar, birlikte bisiklete biniyorlar, yürüyüşlere çıkıyorlar, yürüyüşlerden geliyorlar, birlikte uyuyorlar, birlikte dans ediyorlar, birbirlerine yemekler yapıyorlar,  kalabalığın ortasında birbirlerine deli olup, sadece bir öpücük için kalabalıktan kaçıyorlardı, görenleri ‘aşk’a imrendiriyorlardı.

En makyajsız ve en pasaklı halleriyle bile aşıklardı birbirlerine, dünyaya birlikte olmak için gelmişlerdi sanki, ihtiyaç yoktu başka hiçbir şeye..
Büyük laflar ediyordu çocuk, ‘sensiz ben ne işe yararım’ diyordu, ‘her şeyimsin benim, olurda bir gün gidecek olursan beni de al yanına, bak işte bu kadar çaresizim sevgim karşısında, biz hiç bitmeyelim istiyorum’.. kız sakinleştiriyordu çocuğu ‘merak etme, bizim aşkımız gerçek ve de bitmeyecek..’’


Kız hala inanamıyordu bunları düşününce, nasıl olmuştu da aldatmıştı çocuk onu, böylesine severken nasıl yokluğunu fırsat bilmiş ve bir sabah gözlerini daha iki gündür tanıdığı diğer kızın yanında açmıştı? Böyle mi bitecekti sevgileri, bu kadar farklıyken herkesten, nasıl böylesine aynı bitebilirdi diğer ilişkilerle? Anlamıştı bir şeyler olduğunu kız daha dönmeden, mahcuptu çocuk onunla konuşurken, aldatabilirdi ama yalan söyleyemezdi ruhunun diğer yarısına, geldiği gün konuştu kızla, yüzünde son bulan acı bir tokatla ve birkaç gözyaşı eşliğinde terk etti kız oğlanı..

Affedilir gibi değildi bu yaptığı oğlanın, bir daha güvenmek mümkün değildi artık, eskisi gibi olamazlardı, ‘sıradan’laşmışlardı çoktan, peki niçin nefret edemiyordu kız?
Ona en büyük acıyı yaşatan bu üç kuruş etmez heriften zerre nefret edemiyordu, hatta kötü tek bir anıları gelmiyordu aklına, neden diyordu sonra, neden yaptın bize bunu?
‘bir anlık bir şeydi, anlamsızcaydı’ demişti oğlan, iki senelik ilişkileri ‘bir an’da bitivermişti..
Yok diyordu kız, olamaz, onu hala sevmemeliyim, neden hala onun evinin önünden geçiyorum ki? Neden sabahlara kadar uyuyamıyorum, resimlerimize nasıl olurda kıyamam hala? Bana bu kötülüğü yapan birini nasıl olurda söküp atamam içimden? …
Sahi aşk affedebilir miydi her şeyi cidden? Korktuğumuz şey başımıza geldiğinde, sevgilimiz bizim için dönülmesi güç bir hata yaptığında, onurumuzu, gururumuzu bir kenara bırakıp dönebilir miydik ona gerçekten? Deneyebilir miydik yeniden?

 Kız kendine inanmakta zorlanır olmuştu, ‘o’nu her gördüğünde, o şirinlikleri geliyordu aklına, hani bir kere çok kızdırmıştı da, affet demek için onlarca uçan balona üzgün suratlar çizip göndermişti ya penceresinin önünden, nasılda sevinmişti kız, affedivermişti birden..
Şimdi milyonlarca uçan balon kâr etmezdi aslında ama, yine de istiyordu içinden, bir şey yapsa da yine elimde olmadan affetsem onu diyordu..


Haftalar olmuştu, ama yüzüne bile bakamıyordu çocuk kızın, ‘susmaktan başka yolum yok’ diyordu, oysa kız konuşsun istiyordu, yeter ki iki çift laf etsin, belki bozup atardı kız, ama konuşmalıydı çocuk yine de yılmadan,çıkıp gitmemeliydi kızın hayatından..
1 ay dolduğunda beklemeyi kesti kız, artık kalamazdı bu şehirde, kendine yeni bir sayfa açabilmesi için yeni bir şehir gerekliydi, 1hafta önce başlatmıştı işlemleri, gidecekti..
Kendine bir söz vermişti, acısını dindirecek ve geri dönmeyecekti, çocuk için bitmişti belli ki, artık onun için de bitecekti.son kez gezdi şehri, son bir defa gidip oturdu o çok sevdikleri mekana, ‘o’nu son defa hatırladı, alaycı bir gülümseme takınıp, ‘çok büyüktük bu kente sığamadık’ diye geçirdi içinden, son defa geçti çocuğun evinin önünden..kız uçağına yetişmek için taksi beklerken çocuk yeni çıkmıştı evinden, 5dakika önce öğrenmişti kızın gideceğini, kız pek kimselere söylememişti, koşarak gidiyordu kıza, kendisinin en güzel yanı terk ediyordu bu şehri, gidip ona dur demeliydi..taksi gelmişti, eşyalarını yükledi bagaja, son bir kez baktı etrafa, hoşça kal ‘aşkım’ dedi ve taksiye bindi, tam o sırada çocuk köşeyi döndü, taksi çalıştı, ve kız gitti, çocuk seslendi ama duyuramadı kendini, bir başka taksi çağırıp havaalanına gittiğinde artık her şey için çok geçti..

Geride bir aşkın sonuna kadar yaşanamamışlığı kalmıştı, çok önce söylenmesi gereken sözler, pişmanlık uyandırıyordu şimdi çocukta, insan söyleyemeyip içinde bıraktıklarını unutamıyordu asla!
bir daha ulaşamadı çocuk kıza, ve devam etti kız olmadan hayatına, ölmedi aşkından, pişmanlığı yeteri kadar yakıp geçmedi canını, bir daha asla aynı heyecanı hissedememiş olmasıydı en büyük cezası..
 perde kapandı ve bitti aşkları..


şarkısı

17 Kasım 2010 Çarşamba

en sevdiğimiz acı 'aşk!'

zamanın birinde bir romeo doğdu, gidip juliet'ini buldu, adını aşk koydu..
sonraları erkeğin adı değişti, mecnun oldu, kızınki ise leyla, düştüler çöllere aşkları adına, kavuşamadılar tabi ki onlarda..

biraz daha zaman geçti, ferhat gidip dağ deldi, şirin için göze alırım her şeyi dedi, ama aşk onlarında mutlu olmasına izin vermedi..


böyle sürüp gitti bu hikayeler, adının aşk olabilmesi için yarım kalmalıydı büyük sevgiler, aşkı ölümcül bellediler, oysa ki aşktan ölmemişti kimseler..


sahi neydi aslında aşk ?
nerde başlıyordu, ne zaman bitiyordu? 
bir insanı ömrümüzün sonuna kadar sevebiliyor muyduk gerçekten? hayat bize ikinci bir şans vermiyor muydu cidden?
ya yanlış kişiye aşık olarak o tek atımlık kurşunu harcamış oluyorduysak?
mümkün değil miydi o 'aşk'ı içinden çıkarmak?


aslında son derece normaldi sevmek, bizler abartıyı sevip buna aşk demeseydik eğer...
bir kitabın arkasında ' birini öptüğünde salıncakta sallanır gibi hissediyorsan, aşıksındır' yazıyordu, nasıl aşık oluyorduk o zaman hiç tanımadan? doğru düzgün tanımadığımız insanları önce içimize atıyor sonra da orada büyütüyorduk onları, hatta olayı abartıp mükemmelleştiriyorduk..
bütün bunlar yetmiyordu, kendimizi onlara layık bulmuyorduk, 'benden iyisini hakediyor' diyerek kendimizi aşağılamakla meşguldük.. aşkımız uğruna bekliyorduk onları yıllarca, bıkmıyorduk sevmekten, sevdikçe daha da acı çekmekten..ki bir zaman sonra biz bunu sevmeye başlıyorduk, bu 'acı'yı, aşk acısını..


dinlediğimiz şarkılardaki hüzün iyi gelir oluyordu acımıza, birlikte olmamak için hiç nedeni olmayan insanlardık biz,aşkımızı içimizde bırakmak zaman kaybıydı sadece, körleşmemiş olsaydık biz o derece, görebilirdik bunu elbette.
birbirini sevdiğini idda eden insanlar, 'olmaz' diyorlardı kendilerine..her gece 'o'nun sesini duymayı, her gün 'o'nunla birlikte olmayı deli gibi arzulayanlar aşklarını bastırıp acılarını çoğaltıyordu..


melankoli aşktan ağır basıyordu belki de..


engelleri aşan insanlarsa, aşklarının tadını çıkartıyorlardı, belki biterdi bir gün, gidilecek yol, görülecek yer kalmazdı belki, ama kimin umrunda, bunuda yaşayıp göreceklerdi nasıl olsa..
en azından aşklarını yaşamayı seçenlerin görme imkanı vardı; gerçekten aşık olduklarını sandıkları kişiler miydi birbirleri için, yoksa içlerinde büyüttükleri o 'mükemmel'lerle ilgileri bile yok muydu?
gerçekten salıncakta sallanmak gibi miydi 'o'nu öpmek? 
sana dokunduğu an bütün hücrelerinin bölünmesi bu yüzden miydi?
onunla buluşmadan on kere ne giyeceğini düşünmek, saçını düzeltmek defalarca, aşktan mıydı?


daha da önemlisi 'o' senin aşkına değer miydi?


yaşamadan ne kadarı bilinebilirdi.... 



  http://fizy.com/#s/1mdbxn




15 Kasım 2010 Pazartesi

sevdiğim ilk adam...

sevdiğim ilk adam... istediğim çikolataları alan, oyuncaklarla şımartan, babam.. benim için erkeklerin yüz akı olan..
sizi karşılıksız seven, ve sevgisini yalancı 'seni seviyorum'larla göstermek yerine, her hareketine ince ince dokuyan, işte bu adam beni yüzyüzüstü bırakmaz diyebileceğiniz tek erkek belki de..
oysa annem'e sorsam; 'o da 'erkek' işte..'

iş aileye gelince, annelere çok daha fazla iş düşer elbette, zordur evi çekip çevirmesi en muhteşem kadın için bile, çocukla birebir ilgilenmek hele..
ama yabana atılmaz babaların görevi de, öyle ki kimi babalar yokken var etmeye çalışırlar, sırf çocukları mutlu olsun diye gerekirse geceler boyu çalışırlar..

babalar kızlarını ayrı bi severler, kıymetlidir kızları onlar için, kızlarının 'sevgililerine' o yüzden sıcak bakamazlar çoğu zaman, ve kızların çoğu, babaları gibi bir eş isterler, annelerinin kocaları olarak değil belki ama babaları gibi işte, isterler ki hayatlarında babalarından sonra gelecek o muhteşem erkek; güçlü olsun, zorluklar karşısında mücadele etsin, güven versin, nasıl ki ' o babam benim, hep sevecek beni, ve hep koruyacak' diyebiliyorsa, aynen öyle diyebilsin, kavga edip çatışsa da kimi zaman fikirlerinin başka yönlere gitmek istemesinden ötürü, yine aynı kavşakta buluşup barışacaklarını bilsinler, belki biraz da maddi açıdan 'baba'ları gibi bir erkek isterler, hani pek de fena olmazdı her istediği oyuncağı alacak bir eş :)  
pek çok kız için de babaları özeldir, çünkü anneniz siz bir şey istediğinizde önce düşünür ve eğer o an onu alabilecek imkanı yok ise, alamayız deyip yürür gider oyuncakçının önünden, siz avaz avaz bağırırsanız da o saatten sonra dönüşü yoktur, oysa babanız kıyamaz gözyaşınıza ve alır o oyuncağı zorda olsa, dengeli bir anne dengesiz beslenmenize göz yummaz asla, o hamburger sizi sizden alsa da... babanız oturur sizinle yer ama :)
annelerin yeri çok farklıdır elbet, onlar sırdaşınızdır siz anlatmasınızda, ama babalık başkadır işte..

eğer hala daha babanıza sarılıp 'ohh bee, iyi ki de babam sensin' diyebiliyorsanız, hiç çekinmeyin ve zaman kaybetmeyin derim, hele ki yarın bayramken..
en sevdiğimiz insanlara geçer sözümüz nazımız, ve biz en çok kaprisi ailemize yaparız, kıymetini bilmek gerek, en çirkin huylarımıza rağmen yanımızdalar sonsuza dek..
ve eğer babanız artık ulaşamayacağınız bir yerdeyse, bilin ki sizi gözlüyor elinden geldiğince..
kırmayın yok yere, günler güzel geçebilecekken mahvetmeyin bir anlık sinirle, sevildiğinizi bilerek ve de sevdiğinizi göstererek yaşamaya çalışın elinizden geldiğince...
iyi bayramlar herkese :) 
                                               
bu da şarkısı    




14 Kasım 2010 Pazar

zaman en büyük ilaçtır.. olur görürsem söylerim...

doğmak, büyümek ve ölmek kadar sıradandı sevmek ve bir aşkı tüketmek..
çok fazla şey gerekmiyordu kusurlarla dolu bir insanı 'mükemmel' görmek için, sade sevmek yeterliydi..

elinde sonunda bitecek olan, gidecek yolu olmadığı halde yaşanılması için can atılan aşklar popülerdi son zamanlarda, öylesi daha fazla acı vermekteydi çünkü, bir insanı deli gibi sevmek, ve 'o' yolun sonunun karanlık olduğunu bilmek...
zamanı geldiğinde kalbini kanırtarak veda etmek...ya da hiç başlayamadan bitmek..
ayrılık sonrası iyileşmeye çalışması en fenası eğer başlamaya cesaret edilebilinmişse, onu her gördüğünde dizlerinin bağının çözülmesi, o an yere düşüp gizlemeye çalıştığın her şeyin yerlere saçılmasından deli gibi korkulması, içinden geçenleri - 'sen beni iyi sanıyorsun ama ben bittim tükendim, seni deli gibi özlüyorum, biliyorum bizim ilişkimizin yok bi oluru, ama napayım çaresizce seviyorum seni, en çok da bu çaresizliğimden nefret ediyorum, sensizliğe yenilmek o kadar zor ki, en çok da sana deli gibi sarılmak geçerken içimden sahte bir tebessüm takınıp yanından geçerken 'merhaba' demekle yetinmek yakıyor canımı, oysa ki biz seninle tek bir ruhtuk, iki bedende can bulmuştuk, bak şimdi nasılda yarım kaldım, bak şimdi ne kadar da uzağım sana, ah bir bilsen..' - söylememek hiç bir zaman..
ahh o 'zaman'..


çevrendeki insanların 'zaman en büyük ilaçtır' zırvasını en kaldıramadığın o zaman! 
evet ilaçtır ama unutmaya değil, sadece alışmaya, 'yok'luğa alışmaya.. 
'o'nunla yaşadığın her an, ayrıldığın zaman bela olur başına, her şeyde onu arar gözlerin, telefonun çalmadığını duyarsın sürekli, iyiden ziyade daha da kötü yapar her şeyi o 'zaman' ... 
işte tam o sırada, ihtiyacınız olan en önemli sıfat 'dost'tur, eğer gerçekten bir dosta sahipseniz, kahrınızı son demine kadar çekebilecek, gecenin bir yarısı 'uyuyamadım bir türlü, şöyle bir köşeye kıvrılsam ben?' diyebileceğiniz, siz ağlarken sizi güldürmeye çalışacak olmadı sizinle hüngür hüngür ağlayacak, hayallere daldıracak, 'geçicek' dediğinde gerçekten geçiceği için bunu söyleyecek, size tatlılar getirecek, iyileşene kadar siz, başucunuzda bekleyecek bir 'dost' ...


eğer böyle bir dostunuz varsa, iki kere şanslısınız..
hem o uçsuz bucaksız aşkı yaşayabilirsiniz hem de o aşkı atlatabilirsiniz, aşık olmaktan değil hiç dostunuz olmamasından korkmalısınız işte sırf bu yüzden.
çünkü o dost bilir sizi, aşkınız çok yanlış bile olsa yargılamaz ve der ki; ben burdayım, git yaşa istediğini ;)  
                             http://fizy.com/#s/103qfi                            

12 Kasım 2010 Cuma

'platonik'

hayat ironilerle doludur.. en büyük ironisi de 'aşk' dır.. 

sizi pek çok seven hatta kendinden öteye koyan insanlar tanırsınız, keşke onu sevebilsem dersiniz, ama o sırada kalbinizde yer eden o beş para etmez heriften başkasını görmez gözünüz siz isteseniz de istemeseniz de..

bazen üzülürsünüz size tek taraflı aşk duyanlara, 'ayy kıyamam yaa' dersiniz, bir nevi acırsınız, o size köpek olmuştur ve bu sizi güldürmüştür, ne tuhaftır ki sizde bir başkasına köpek olmuşsunuz o sıralarda, tabir-i caizse 'it' gibi seviyorsunuzdur, geceleri sevginiz gözyaşına dönüşüp kendini serbest bırakıyordur belki de vücudunuzdan, muhtemelen aynı zamanlarda sizin içinde aynı acıyı çekiyordur birileri bir yerde..sonra bir gün uyandığınızda 'artık sevmek istemiyorum' dersiniz kendinize, canımı yaktım ben yeterince.. ve de unutmaya karar verirsiniz, onu içinizden çıkarmaya yemin edersiniz, sorun şudur ki, en derine atmışsınızdır siz onu, ve sevmesi kadar zaman alır silmesi..
size platonik olan o masum çocuk mu? o hala 'arkadaşınız'dır.. işte insan böyledir, sever birini umarsızca, sevilir karşılıksızca ve kullanır insafsızca.asla sen bana farklı gözle bakmışsın ben seninle artık arkadaş olamam demez karşı tarafa, hele ki sevilen taraf kızsa! 

işin en kötüsü o 'arkadaş' asla sevgili sıfatına nail olamaz, çünkü bir kere girmiştir cebinize, her istediğinizde elinizin altında sanarsınız, hatta hep size aşık kalsın istersiniz içten içe de kendinize bile itiraf edemezsiniz, kötü bellersiniz kendinizi böyle bir şey düşündüğünüz için, ama unutursunuz her defasında siz sadece 'insan'sınız, ne kadar 'ben'cil olmayabilirsiniz ki?

hem zaten aşk iktidarı sever, hep elde edilmesi güç olanı sevmeniz bundandır... 

şarkı                     

11 Kasım 2010 Perşembe

diyemediklerimi hissediyorum...

hepimizin zayıf noktaları vardır, hayır diyemedikleri..
saplantı noktasında alışkanlıklarımız vardır, bir filmi 10 kere izlemek, bir şarkıyı 80 kere dinlemek, markete girdiğinde ille de 'o' çikolatadan almak, hoşlandığın çocuğun ne yaptığına bakmadan duramamak, eski sevgilinin facebook hesabına arada bir göz atmak gibi..
ama aradan biraz zaman geçer, ve 'en' sevdiğin film değişir, 'o' şarkının sözlerini bile unutursun ve uzun zaman sonra tekrar duyduğunda 'vay canına bi ara ne de çok dinliyordum' dersin kendine, artık canın kakaolu çikolata çekmez ya da, elin sen farkında olmadan çilekliye gider mesela, belki de çikolata yemeyi bile bırakmışsındır, hoşlandığın çocuk değişir sonra, bir de bakmışsındır şimdi facebook hesabını denetlediğin eski sevgilin olmuştur bile.. belki de tenezzül bile etmiyorsundur bakmaya.. 
hayat böylesine değişkendir işte, şimdi acılar içinde kıvranıyorsundur herhangi bir sebepten, ama anlamı kalmaz bir zaman sonra, çünkü yaşam 'an'larda gizlidir, hatalarımıza bir gün şefkatle yaklaşacağız hiç şüphesiz, ne kadar da 'çoçukmuşum' diyip tebessümle noktalayacağız o 'anı'yı.
işte sırf bu yüzden korkmayın yaşamaktan, alışmaktan, sevmekten, kaybetmekten..
'kendinden kaçanlara, saklanacak yer kalmaz dünyada, gün gelir kendileriyle tanışırlar, asıl yalnızlık o zaman başlar ' der şair,
aksini kim inkar edebilir? 

3 Kasım 2010 Çarşamba

anlaşılmak güzel şey..

yakın bir arkadaşınızın yanında olmak ihtiyaç duyduğunda, sırf 'o'nda çok güzel duracağı için bir tshrt almak ya da, ihtiyacı olduğu için bir kalem olmazsa, hepsini geçtim sade bir not masada..

lafı bile olmaz deriz ama birilerinin sizi düşünmesi ve bunu görmeniz hepsinden çok mutlu eder sizi.
kabul edelim hepimiz isteriz ilgiyi..

ama daha güzel bir şey var bu dünyada sevilmek ve sevmekten başka..
karşında cır cır sohbet eden insanın konuşmada vurgulayacağı şeyleri bilmek, her şeyi geyiğe vurup kahkalar atan insanın hüznünü görebilmek, 'o' size 'yok bir şey' derken bir sorun olduğundan emin olabilmek, ve bütün bunları sizin için de birilerinin yapıyor olması.. işte en güzeli budur, en tatlı duygudur bu, 'tanınmak' ve tabi ki 'tanımak'..
bunun güveni bambaşkadır, 'o' bilir beni demek çok farklıdır..
yanınızda sırtınızı yaslayabileceğiniz ve o an kalbinizden ne dilediğinizi bilen, aklınızdan ne muzurluk geçtiğini anlayan birilerine sahip olmak en vazgeçilmez alışkanlıktır.kıymetini bilin diye söylüyorum eğer ki sahipseniz :)

2 Kasım 2010 Salı

'Say bakalım yılları bir hesaba vur
Hangi anı anında yaşadın
Diyebilir misin ki tek doğru budur
Bir düşün kaç kere ev bark döşedin

Soluklan azıcık bir ara ver bir dur
Madem kalbini kalbime taşıdın
Aşkı savunmayı öğrenir gurur
Ne beni değiştir ne bana uy '  

der sezen.. 
sahi kaçımız 'aşk' için gururumuzu bırakabilecek kadar cesuruz bu dünyada? hep bize gelsinler isteriz, onlar yaksınlar onurlarını isteriz, hatta çoğu kez yeterli bulmayız yapılan fedakarlıkları, kıyaslarız başkalarının yalvarmalarıyla.. oysa kimsenin içi görünmez, herkes acısını kendince yaşar, biz egomuz tatmin olsun isterken karşımızdakinin canı ne derece yanıyor görmeyiz..
nedeni son derece basit, 'ben'ciliz biz, bir aşkı yaşarken bile, 'biz' değil 'ben' i düşünürüz.. hayatta soluğunuzu kesebilecek tek bir duygu var, adına ister sevgi ister aşk deyin, isterseniz hoşlanma deyin, ama eğer bulursanız ez kaza, yapışın yakasına ve bırakmayın, çünkü; Hayatta kalmakla yaşamak arasında büyük bir fark var bence, yaşıyorum demek için çaba sarfetmeli en az bir kere denemeli, hele konu aşksa asla vazgeçmemeli, ben denedim zaten insan niye yaşar ki! 
değişmeden değiştirmeden, karşınızdakini olduğu gibi severek ve siz olduğunuz için sevilerek yaşayın bütün aşklarınızı, dışarda bir yerde en sevdiğiniz şarkıların kahramanı sizi bekliyor, gidin ve yaşayın aşkınızı, aşkınız bol olsun:)                                                                    
                                                http://fizy.com/#s/1aj6tb                                                                                                                            
         

30 Ekim 2010 Cumartesi

ilk yazıı:)

bir şarkı duyarız bazen, bir resim görürüz, çok zaman evvel yazdığımız bir yazı dikkatimizi çeker, oturup okuruz, sonra birden çok öncesinde kendimize bakarken buluruz kendimizi, zamanda yolculuk olur adı.değişen dünyanın getireleri doğrultusunda artık facebook hesabınızı incelediğinizde geçmişinize gidebilmeniz mümkün hale geldi, benim 3sene sonraki halim şu an blogumu baştan sona okuyor belki de, ve vay canına neler yaşadım neler başardım, ne kadar incindim ve ne kadar mutlu oldum diyorum kendime..
hayat işte..
hepimizin bir zaman makinesi var aslında;bizi geçmişe götüren anılarımız, geleceğe götürense hayallerimizdir!
ilk blog yazım hayırlı olsun :)