30 Ekim 2014 Perşembe
Kasvet
İçimde bir iç savaş yalnızlığı, az önce uyanmışım çeyrek asırlık uykumdan. İhanete uğramış imparatorlar benim bugün. İçimin kasveti, sanki havaya yansımış, koptu kopacak bir fırtına dışarıda. Acım kabaran bir deniz gibi içine alırken beni, boğulmak istiyorum yalnızca. Kahraman olmak gelmiyor içimden, yatakta daha fazla kalmaksa tehlikeli, bir mezar gibi içine çekiyor beni.
Kalkıyor, banyoya gidiyorum. Yüzümü yıkarken aynada kendime soran gözlerle bakıyorum;
'Sıcak su daha çok üşütür'
Bu sözüme derin anlamlar yüklüyorum, acaba hiç sevmiş olmasaydık, kanar mıydık yine de bu denli, iç savaşta kendi ordusu tarafından vurulmuş kumandan gibi?
27 Ekim 2014 Pazartesi
Pardon, bakar mısınız?
Merhaba,
Tanışmış mıydık sizinle daha önce bir yerlerde? Karşılaştık mı ya da kalabalığa karıştığımız yalnızlıklarda? Pardon, sevmiş miydim sizi, ya da kırmış mıydım kalbinizi sizin abarttığınız benimse sıradanlaştırdığım bir aşk münasebetinde?
Tanıyor olmalıyım sizi, yahut çok benziyor bakışınız bir başkasınınkine. Güldüğünüz zaman gözlerinizin kırışmasından böyle bir hisse kapıldım ben belki de.
Daha önce de olmuştu, gülüşü mavilikler kadar derin bir adam tanımıştım, hani şu içinde sonsuzluk barındıran denizler gibi, vapurun motoru bozulsa da kalsak denizin orta yerinde diye istediğin denizler, insanın martı olasını getirenlerden. Neyse konumuz bu değildi, nerede kalmıştık?
Ah, yüzünüz ne kadar da aşina! Evet evet, kesinlikle tanışıyoruz sizinle, gülerken elinizle yüzünüzü kapatışınızdan kendinizi ele verdiniz işte. Fakat niçin bir yabancı gibi geçip gidiyorsunuz yanımdan, gözlerinizi kaçırışınızın sebebi benden nefret edişiniz mi yoksa hiç hatırlamayacak kadar unuttunuz mu beni? Durun durun, buldum sizi! Siz şu ne olursa olsun sizi bırakmamam için yalvaran adamsınız bana, hatırlıyorum, bir anlaşma yapmıştınız benimle kendi öfkenize hakim olamadığınız zamanlarda bizi garantiye almak adına, ne olursa olsun beni çok seveceğinizi ve hiç bırakmayacağınızı iddaa etmiştiniz boş kağıda imza atar gibi bir rahatlıkla, oysa ne tuhaf değil mi, bir eşikten geçer gibi kolay ve hızlı terketmiştiniz beni. Anlaşmamıza sadık kalmaya çalıştıkça ben, sizin tüm acı sözlerinize karşın sizi bırakmamak için çabaladıkça, nasıl da bir harabeye dönmüştük, sizi yıkmışlar beni yakmışlarda, cesedimizi gömmeye tenezzül bile etmemişlerdi sanki, orta yerde kalakalmıştık. Ben ilk kez orada gördüm iki insanın birbirine bu denli hızla yabancılaşabileceğini, birlikteyken. Ne çabuk yitirmiştik birbirimizi, sanki günler olmamış, birbirimizi hiç sevmemiş, gecelerde aynı yıldızın altında birbirimize dokunmamış, hiç tanışmamış gibi..
Sevgilerin bitebileceğini gördükten sonra, uzunca bir süre sevemeyişimin sebebi belki sizdiniz, belki de içinde hiç sevme isteği kalmayan birine dönüşmenin acısını size fatura etmek istemiştim ben.
Her neyse, çok konuştum, şimdi tek gördüğüm bir zamanlar tanıdığımı düşündüğüm bir adamın silüeti. Çoktan uzaklaşmışsınız yanımdan, zaten gözlerim pek iyi görmedi hiçbir zaman.
O halde size son sözüm, hoşça kalınız. .
22 Ekim 2014 Çarşamba
aşk olsun
arada hayatlarımızın farklı senaryolarını düşünmekten alamıyorum kendimi. ikimize farklı hayatlar çiziyorum, bazen çok erken çıkıyorsun karşıma, bazen geç kalıyoruz birbirimize. bazı senaryolarda seni bulamamacasına arıyorum mesela. sırtsırta oluyoruz bazen, kendimize dünyadaki en uzak mesefaden bakıyoruz, birbirimize dokunamıyor, tanışamıyoruz. bazense elele verip dünyaya meydan okuyoruz.
sen italyan oluyorsun mesela, ben Fransız, henüz maceraperest ve beşparasız gençler iken rastlıyoruz birbirimize, bir seyahat sırasında rötar yapan uçağın sayesinde. İkinci sınıf insanlar kategorisinde ki sigara içme yerinde çakmağımın olmayışından mütevellit sigaramı yaktığın an görüyorum gözlerini ilk defa. ve ömrüm boyunca ne vakit sigara yaksam aklıma hep gözlerinin geleceğini o an anlıyorum. Hayır, gözlerin sıradan ama öyle bir bakışın var ki, uçurumun dibinden dünyaya bakmak gibi. Hem hiç büyümemiş bir çocuk, hem hüzünbaz bir adam, binbir silüet yerleşmiş gözlerine.
4 saat sohbet ediyoruz duraksız, hayatlarımıza yüzeysel dokunuşlar yapıp üzerinde durmuyoruz kim olduğumuzun çok fazla. ikimizinde hayatını anlamlı kılan uğraşları var. sen müzikle ilgileniyorsun, ben resimle. uçağım geliyor, gitmem gerekiyor, senin bir saatin daha var benden sonra, ben tam kapıya gelmişken, sen koşup yakalıyorsun beni, sormazsan affetmeyeceksin kendini.
'bundan sonraki seyahat noktamızı aynı yer yapsak, ne dersin' diyorsun.
ben ömrüm boyunca bunu beklemiş gibi, zamanı ve yeri söylüyorum.iki hafta sonra daha önce hiç gitmediğimiz bir ülkenin yabancı sokaklarında buluyoruz kendimizi. dört günlük bir şey yaşıyoruz, şarkıda ki gibi, az uyuyor, çok geziyor, bolca yürüyor, hiç susmuyor, türlü çılgınlıklar yapıyoruz. hayatımızın son dört gününü yaşıyor gibi cesurca davranıyoruz. hayat boyu kopamayacağımızı ilk anda anlasak da korkuyoruz birbirimizi kaybetmekten bu yüzden dile getiremiyoruz bir türlü. Derken daha sonra ikimizinde reddettiği o alkollü gecede, sence ben, bence sen söylüyorsun ayrılmamamız gerektiğini. 1 sene sonra yanyana gelmeye söz veriyoruz.
sen müziğini yapmaya devam ediyorsun, ben resim yapıyorum. arada alan çıkıyor, biraz para kazanıyorum. aynı anda birkaç işte çalışıyoruz. sen kendi barını açmanın hayalini kuruyorsun, ben bir sanat galerisi sahibi olmanın. küçük şirin bir eve çıkıyoruz, kendimize ait köşeleri olan, birbirimizin alanına saygı duyuyor ve en çok da bunu seviyoruz.
en güzel yağmur yağdığı zamanlar güzel oluyor evimiz, çok sevdiğimiz ve pahalı olmayan bir şarabımız var, eğer kutlama yapıyorsak bir de pizza alıyoruz yanına o küçük ve yılların ustası olan pizzacıdan.kutlamak için büyük şeyler de gerekmiyor üstelik, bazen senin şarkın çok alkış alıyor, bazen benim resmimi öven çıkıyor, bazense sadece birbirimizi buluşumuzu kutluyoruz. küçük birikimimizle sahibi olduğumuz bir vespamız var, pazarları hep gittiğimiz bir park birde, kahvaltıdan hemen sonra istisnasız gittiğimiz, bu arada kahvaltıyı hazırlamayı ben iyi beceriyorum, yemekleri sen güzel yapıyorsun..
hava güzelse hemen çimlere uzanıp kitap okuyoruz, ben kahvemizi sırt çantama koymayı ihmal etmiyorum. birbirimize yettiğimiz küçük dünyamızın, gelecekteki hayalini kuruyoruz yine birlikte..
az şeyle çokça mutlu oluyoruz..
işin kötüsü ne biliyor musun?
ben hep hikayeler yazarken bize, farklı hayatlar yaşatırken mutluluk içinde, sen bu dünyada hala gelip beni bulmuyorsun.
aşk olsun..
sen italyan oluyorsun mesela, ben Fransız, henüz maceraperest ve beşparasız gençler iken rastlıyoruz birbirimize, bir seyahat sırasında rötar yapan uçağın sayesinde. İkinci sınıf insanlar kategorisinde ki sigara içme yerinde çakmağımın olmayışından mütevellit sigaramı yaktığın an görüyorum gözlerini ilk defa. ve ömrüm boyunca ne vakit sigara yaksam aklıma hep gözlerinin geleceğini o an anlıyorum. Hayır, gözlerin sıradan ama öyle bir bakışın var ki, uçurumun dibinden dünyaya bakmak gibi. Hem hiç büyümemiş bir çocuk, hem hüzünbaz bir adam, binbir silüet yerleşmiş gözlerine.
4 saat sohbet ediyoruz duraksız, hayatlarımıza yüzeysel dokunuşlar yapıp üzerinde durmuyoruz kim olduğumuzun çok fazla. ikimizinde hayatını anlamlı kılan uğraşları var. sen müzikle ilgileniyorsun, ben resimle. uçağım geliyor, gitmem gerekiyor, senin bir saatin daha var benden sonra, ben tam kapıya gelmişken, sen koşup yakalıyorsun beni, sormazsan affetmeyeceksin kendini.
'bundan sonraki seyahat noktamızı aynı yer yapsak, ne dersin' diyorsun.
ben ömrüm boyunca bunu beklemiş gibi, zamanı ve yeri söylüyorum.iki hafta sonra daha önce hiç gitmediğimiz bir ülkenin yabancı sokaklarında buluyoruz kendimizi. dört günlük bir şey yaşıyoruz, şarkıda ki gibi, az uyuyor, çok geziyor, bolca yürüyor, hiç susmuyor, türlü çılgınlıklar yapıyoruz. hayatımızın son dört gününü yaşıyor gibi cesurca davranıyoruz. hayat boyu kopamayacağımızı ilk anda anlasak da korkuyoruz birbirimizi kaybetmekten bu yüzden dile getiremiyoruz bir türlü. Derken daha sonra ikimizinde reddettiği o alkollü gecede, sence ben, bence sen söylüyorsun ayrılmamamız gerektiğini. 1 sene sonra yanyana gelmeye söz veriyoruz.
sen müziğini yapmaya devam ediyorsun, ben resim yapıyorum. arada alan çıkıyor, biraz para kazanıyorum. aynı anda birkaç işte çalışıyoruz. sen kendi barını açmanın hayalini kuruyorsun, ben bir sanat galerisi sahibi olmanın. küçük şirin bir eve çıkıyoruz, kendimize ait köşeleri olan, birbirimizin alanına saygı duyuyor ve en çok da bunu seviyoruz.
en güzel yağmur yağdığı zamanlar güzel oluyor evimiz, çok sevdiğimiz ve pahalı olmayan bir şarabımız var, eğer kutlama yapıyorsak bir de pizza alıyoruz yanına o küçük ve yılların ustası olan pizzacıdan.kutlamak için büyük şeyler de gerekmiyor üstelik, bazen senin şarkın çok alkış alıyor, bazen benim resmimi öven çıkıyor, bazense sadece birbirimizi buluşumuzu kutluyoruz. küçük birikimimizle sahibi olduğumuz bir vespamız var, pazarları hep gittiğimiz bir park birde, kahvaltıdan hemen sonra istisnasız gittiğimiz, bu arada kahvaltıyı hazırlamayı ben iyi beceriyorum, yemekleri sen güzel yapıyorsun..
hava güzelse hemen çimlere uzanıp kitap okuyoruz, ben kahvemizi sırt çantama koymayı ihmal etmiyorum. birbirimize yettiğimiz küçük dünyamızın, gelecekteki hayalini kuruyoruz yine birlikte..
az şeyle çokça mutlu oluyoruz..
işin kötüsü ne biliyor musun?
ben hep hikayeler yazarken bize, farklı hayatlar yaşatırken mutluluk içinde, sen bu dünyada hala gelip beni bulmuyorsun.
aşk olsun..
16 Ekim 2014 Perşembe
unutmak
'bir türlü bulamıyorum
kızıla çalan bir günbatımının gecesiydi
zifiri karanlıktı
gözlüğümü tezgahta bıraktım
saatimi çıkardım sonra, masanın üzerine bıraktım
ceplerimi yokladım, cüzdanım arabada kalmış olmalıydı
aldırmadım.
ceketimi portmantoya astım sonra
ama sizi nerede bıraktım o gece
bir türlü hatırlayamıyorum.. '
…..
unutmamaya dair o kadar çok şey kazınmıştı ki kafasına adamın, unutmak olası bir durum gibi gözükmüyordu. bu her sabah uyanır uyanmaz sigara yakmak gibi istemsiz bir alışkanlıktı onun için, yazlıklarını dolabın en ücra köşesine koyar gibi kış geldiğinde, bir ilişkinin bitiminde de hatıralarını uzak raflara koymayı alışkanlık haline getirmişti. Hem böylesi daha kolay oluyordu, ortalıkta duran tshirtler ve şortlar hatta o hiç sevmediği parmak arası terlikler kışın orta yerinde etrafa saçılmış halde kalsa can sıkardı, belki biraz can yakardı. zira yakmak sıkmaktan haylice kuvvetli bir acılanma türüydü.
yine bir kış akşamı, iş çıkışı gittiği meyhane de çakırkeyif olmaya yüz tutmuş ve ‘gidenler ama hep kalanlar’ başlıklı konu terkisine oturmuşken sofranın, muhabbetin bitişinde telefonların ele alındığı o an da farkına vardı bütün gerçeğin, arayacağı ve 've benim birdenbire yüzünü değil gözünü değil senin sesini göresim geldi'
diyeceği kimsesi kalmamıştı adamın, gelmiyordu işte aklına birisi, içinden gelmiyordu o çok büyük aşklarından birine telefon etmek.
hesabı ödeyip, kapıdan çıktıklarında, Aralık ayının soğuğundan çok ‘unutmuş’ olmanın verdiği o keskinlik üşütüyordu adamı. Geceleri ıssız kalan Beyoğlu sokakları gibi kimsesiz kalmıştı adam, geceleri üşüyünce sarıldığı o ‘eski’ aşkı, yoktu artık. ve birden ‘o’nunla birlikte unuttuğu öteki şeyler köşeyi dönünce birbir çarptı yüzüne.
‘aşk’ tanımsızdı artık, ilk görüşte yürekte yara açan o gözleri unutmuştu, ‘tutku’ anlamsızdı artık, onu her gördüğünde kızgın olduğu zamanlarda bile içinden ona koşup gitmek için göğüs kafesini yırtan o adamı hatırlamıyordu, ve ‘şefkat’ yalnızca içinde fazlaca ünsüz bulunduran bir kelimeydi, başını omzuna yasladığında nasıl duygular hissettiğini asla bilemeyecekti bir daha.
Adam kadını unutmuştu işte, ve onunla birlikte gitmişti sevmek duygusu da.
bir daha asla Sevmenin nasıl bir şey olduğunu anımsayamadı adam..
…..
‘kalbim kül oldu
eski bir kütüphane yangınında
ben yandım
kimi cürret ettiysem sevmeye
kendime küçük kaldım
zayıf kaldım'
14 Ekim 2014 Salı
Bazenler, Çoğalıyor Bazen!
bazen bütün kuralları yıkasım, denizleri yırtasım, tabuları fırlatıp atasım geliyor.
tüm dünyayı kafamızın içine 'iyi' ve 'kötü' kavramlarıyla yerleştirenleri yakasım geliyor. ve en pis haliyle yaşayasım dünyayı.
bu dünya da yaşayan benken, bana hükmeden bu dünyadan intikam alasım var, ne istiyorsam yaparak, serbest olmalı sesi kötü olan insanlara da şarkı söylemek ve yollarda bağıra bağıra şarkı söyleyenlere eşlik etmeli evde oturan halk.
'beni bırakın beni bırakın beni bırakın bu caddelerde! '
ve içimden geldiği gibi dans etmek. evet sen ne düşünürsen düşün, ben sanki uzaya fırlatılan füzeden yanlışlıkla düşmüşüm de, Ay' da unutulmuşum gibi yerçekimsiz ortamda nasıl istersem öyle dans etmek istiyorum bazen, sizin sıkıcı kurallarınız ve bana hiç uymayan fikirlerinizle restleşir gibi.
hatta bazen ağaç olmak istiyorum, yabani bir yerde.. Fakat hemen vazgeçiyorum, kesin bir gün acımasızca kesilirim ve ev dikilir yerime diye. bazen kimsesiz gibi hissediyorum, çoğunluğun içinde boğuluyorum. Hem zaten ne ara böyle boş kalabalıklar oluşturmaya başladık onu da anlayamıyorum.
ilkokul fişlerinde 'ne verdin de ne istiyorsun' yazsın istiyorum, ama en değer verdiğimiz şeyler bile atılırken kitaplardan bunu kimse umursamaz biliyorum..
ve bunları hisseden bir tek ben değilim bunu da biliyorum, orada birileri var benim gibi hisseden, benim gibi düşünen, düşündükleri kendisine fazla gelen, bazen.
ve bilin istiyorum, bir gün doğru kalabalıklarda buluşacağız.
tüm dünyayı kafamızın içine 'iyi' ve 'kötü' kavramlarıyla yerleştirenleri yakasım geliyor. ve en pis haliyle yaşayasım dünyayı.
bu dünya da yaşayan benken, bana hükmeden bu dünyadan intikam alasım var, ne istiyorsam yaparak, serbest olmalı sesi kötü olan insanlara da şarkı söylemek ve yollarda bağıra bağıra şarkı söyleyenlere eşlik etmeli evde oturan halk.
'beni bırakın beni bırakın beni bırakın bu caddelerde! '
ve içimden geldiği gibi dans etmek. evet sen ne düşünürsen düşün, ben sanki uzaya fırlatılan füzeden yanlışlıkla düşmüşüm de, Ay' da unutulmuşum gibi yerçekimsiz ortamda nasıl istersem öyle dans etmek istiyorum bazen, sizin sıkıcı kurallarınız ve bana hiç uymayan fikirlerinizle restleşir gibi.
hatta bazen ağaç olmak istiyorum, yabani bir yerde.. Fakat hemen vazgeçiyorum, kesin bir gün acımasızca kesilirim ve ev dikilir yerime diye. bazen kimsesiz gibi hissediyorum, çoğunluğun içinde boğuluyorum. Hem zaten ne ara böyle boş kalabalıklar oluşturmaya başladık onu da anlayamıyorum.
ilkokul fişlerinde 'ne verdin de ne istiyorsun' yazsın istiyorum, ama en değer verdiğimiz şeyler bile atılırken kitaplardan bunu kimse umursamaz biliyorum..
ve bunları hisseden bir tek ben değilim bunu da biliyorum, orada birileri var benim gibi hisseden, benim gibi düşünen, düşündükleri kendisine fazla gelen, bazen.
ve bilin istiyorum, bir gün doğru kalabalıklarda buluşacağız.
12 Ekim 2014 Pazar
yaşamak ümitli bir iş midir sevgilim?
yaşamanın gerçekten de çok zor olduğuna inanıyorum. hem hayatta kalmak açısından, hem de ölmemeyi başarmak bakımından. zira var olan riskleri düşünürsek gerçekten de ölmemek büyük bir başarı aslında.
hayatta kalmak konusunu ele alırsak, bundan sanıyorum iki sene önce idi, hayatımın eğlenceli bir zamanını yaşıyordum, bilirsiniz işte derdin minimum keyfin maksimum olduğu dönemler vardır insan hayatında, gerçi kimileri dertsiz duramadığından hep bir şeyler uyduruyor kendisine, her neyse..
o günlerde neden ve nasıl olduğunu hatırlamasam da, ciddi bir farkındalık yaşadım hayatta kalmaya dair.
Nazım Hikmet' in Piraye' ye 24 Eylül 1945' te yazmış olduğu bir şiir var, şöyle demiş üstad;
"En güzel deniz :
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk :
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz :
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
henüz söylememiş olduğum sözdür... "
işte ben o günler de tam da buna yönelik bir şey farkettim, en güzel deniz gidilse de önemsiz olacak, en güzel çocuk doğsa da en güzel çocuk olarak kalmayacak, en güzel günler yaşanacak ve belki bir daha asla 'en güzel günler' olarak adlandırılabilinecek günler olmayacak.
ve en güzel sözler, kirlenecek yalan ağızlarda, tüketilecek bir bir, ve bütün sözler birbirinden farksız fincanlara benzeyecek dolap raflarında, insanın içinde kullanma isteği barındırmayan.
evet elde ettiğin her şey birbir değerini yitirecek, demek istediğim tam da bu.
o çok beğendiğin evin manzarası o evde oturmaya başladığında senin için sıradan bir görüntü olacak mesela, o gitmeyi hep düşlediğin ülkeler gittiğin zaman o kadar da uzak ve büyüleyici gelmeyecek, o hayalini kurduğun araba, bindiğin zaman dört teker bir şanzımandan ibaret olacak, o paralar yalnızca birer kağıt parçası olarak değişikliğe uğrayacak, o aşk elde ettikten sonra diğer herkes gibi olacak, ve bu böyle devam edecek.
tekrarladığın her şey önce monotonlaşacak sonra sıkıcı birer eylem halini alacak, rutine binmeyenler ise asla kalıcı olamayacak.
hayat sana asla bir sabah uyandığında yaşamak için bir neden sunmayacak, senin hep savaşman gerekecek, hep ertesi güne gücün olması için önüne bir şey koyman gerekecek, gözünün önünde havuç olan bir at gibi, ya da arabayı kovalayan köpek gibi koşman gerekecek, ve asla havucu yememen, arabayı yakalamaman istenecek.
her zaman yenilenmen ve yeni kalman lazım kısacası, gerçi uzun uzun anlattıktan sonra kısacası biraz lüzumsuz bir kelime olur ama adettendir yazmasak olmaz.
işte bu yüzden, yaşamak çok zor dostum, yaşamak için sürekli sebepler bulmak çok zor.
çünkü bir arkadaşımın da dediği gibi; eğer yaşamak için bir sebebim yoksa, ölmek için bir sebebim var demektir.
hayatta kalmak konusunu ele alırsak, bundan sanıyorum iki sene önce idi, hayatımın eğlenceli bir zamanını yaşıyordum, bilirsiniz işte derdin minimum keyfin maksimum olduğu dönemler vardır insan hayatında, gerçi kimileri dertsiz duramadığından hep bir şeyler uyduruyor kendisine, her neyse..
o günlerde neden ve nasıl olduğunu hatırlamasam da, ciddi bir farkındalık yaşadım hayatta kalmaya dair.
Nazım Hikmet' in Piraye' ye 24 Eylül 1945' te yazmış olduğu bir şiir var, şöyle demiş üstad;
"En güzel deniz :
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk :
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz :
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
henüz söylememiş olduğum sözdür... "
işte ben o günler de tam da buna yönelik bir şey farkettim, en güzel deniz gidilse de önemsiz olacak, en güzel çocuk doğsa da en güzel çocuk olarak kalmayacak, en güzel günler yaşanacak ve belki bir daha asla 'en güzel günler' olarak adlandırılabilinecek günler olmayacak.
ve en güzel sözler, kirlenecek yalan ağızlarda, tüketilecek bir bir, ve bütün sözler birbirinden farksız fincanlara benzeyecek dolap raflarında, insanın içinde kullanma isteği barındırmayan.
evet elde ettiğin her şey birbir değerini yitirecek, demek istediğim tam da bu.
o çok beğendiğin evin manzarası o evde oturmaya başladığında senin için sıradan bir görüntü olacak mesela, o gitmeyi hep düşlediğin ülkeler gittiğin zaman o kadar da uzak ve büyüleyici gelmeyecek, o hayalini kurduğun araba, bindiğin zaman dört teker bir şanzımandan ibaret olacak, o paralar yalnızca birer kağıt parçası olarak değişikliğe uğrayacak, o aşk elde ettikten sonra diğer herkes gibi olacak, ve bu böyle devam edecek.
tekrarladığın her şey önce monotonlaşacak sonra sıkıcı birer eylem halini alacak, rutine binmeyenler ise asla kalıcı olamayacak.
hayat sana asla bir sabah uyandığında yaşamak için bir neden sunmayacak, senin hep savaşman gerekecek, hep ertesi güne gücün olması için önüne bir şey koyman gerekecek, gözünün önünde havuç olan bir at gibi, ya da arabayı kovalayan köpek gibi koşman gerekecek, ve asla havucu yememen, arabayı yakalamaman istenecek.
her zaman yenilenmen ve yeni kalman lazım kısacası, gerçi uzun uzun anlattıktan sonra kısacası biraz lüzumsuz bir kelime olur ama adettendir yazmasak olmaz.
işte bu yüzden, yaşamak çok zor dostum, yaşamak için sürekli sebepler bulmak çok zor.
çünkü bir arkadaşımın da dediği gibi; eğer yaşamak için bir sebebim yoksa, ölmek için bir sebebim var demektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)