29 Aralık 2014 Pazartesi

sabah bekçisi

ben sabahları şehri uyandırıyorum
henüz gün doğmamışken geceye
iki köpek her zamanki yerlerinde uyuyor
sessizce geçiyorum yanlarından
pencerelerden ışık sızmıyor 
kimsenin sevişmediği saatler oluyor
birilerini uyku tutmuyor
balkona çıkıp bir sigara yakıyor
kafasını kaldırıp gökteki yıldızları görmüyor birileri
oysa şehir geceye en güzel herkes uyurken karışıyor
ırzına geçilmiş sokakların terkedildiği vakitlerde
ben şefkatli adımlar atıyorum kaldırım taşlarında
çeşitli iç kanamalara tanıklık etmiş 
kederli duvarlara el sürüyorum
bir adam namazdan dönüyor yaşça yaşamış çokça
iki adam arabaya biniyor
bazen ortalıkta kimseler olmuyor
ben dolaşıyorum
bayram sabahı erken kalkıp
anne babasının uyanmasını bekleyen bir çocuk gibi
bir nefes alıyorum şehirden
biraz kokluyor seviyor
ve terkedip başka bir şehri uyandırmaya gidiyorum.

6 Aralık 2014 Cumartesi

gel-git

her kent benziyor işte senin memleketine, 
gözlerin, başka gözler anımsattığı bakışlar görüyorsun.
birileri senin bildiğin birilerine çok benzer çıkıyor her defasında 
nereye gitsen, geldiğin yeri buluyorsun biraz zaman sonra. 
insanın kendisine en uzak mesafe sırtıdır diyor bilge
kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi gibi sırtını kovalıyorsun
sırtına binen yükleri indirmek için 
arkana geçmeye çalışıyorsun
47 ülke
108 şehir dolaşıyorsun
sayısız ulaşım aracına biniyorsun
kendini bulamıyorsun
birileri seni kimsenin ayak basmadığı 
çorak ve çatlak toprak parçalarında unutmuş sanıyorsun
bitki örtüsü kavuruyor bedenini
iklim kurutuyor içini
sahi oksijeni kim aldı senden? 
nerede başladı hayatın? 
kaç yüzyıl eskittin
kaç dünya yıkılıp yapıldı yeniden?
neredesin sen
neden çıkamıyorsun hapsolduğun bedenden
hapisanenden? 

Sezen' den hikayeler : GÜLÜMSE


-Yenisini getireyim mi ağabey?..Eren ağabey heyy, yenisini diyorum getireyim mi?

Her geçen gün yaşadığı en güzel zamanların gerçekliğini kaybetmeye başlaması ile süreklilik hali kazanmıştı Eren’in içme alışkanlığı. Hatırlamak için alkole ihtiyacı vardı. Yakınlarda olan bir ocakbaşının müdavimiydi, haftanın altı günü gider, tek başına bazen bir yetmişlik içer, bazen otuzbeşlik yeterli gelirdi. Rakı , uğruna bir içilen varsa son derece hüzünlü ve kederli bir içki olurdu. Oysa geçmiş zamanlarda bol kahkahalara ve öpücüklere sebebiyet verdiğini biliyordu, rakının bu dönüşümü onun acısını ikiye katlıyordu. 

-Ne dikilip duruyorsun başımda Osman, git getir işte! 

Anılarındaki yolculuğundan alıkoyulmanın verdiği öfke ile cevap vermişti Osman’a. Halbuki severdi bu çocuğu, temiz ve iyi yürekli bir çocuk olduğu belliydi, bir de acıklı bir hikayesi varmış gibi gelirdi ona hep, gözünün tam kenarında ki ışıltı böyle düşünmesine sebep olurdu. Ama hiç sormadı Osman’a hikayesini. 
Bu ocakbaşı ve Osman  ona Ada’ dan yadigardı, ilk kez Ada getirmişti onu buraya. Ve rakıyı ince uzun bardak da değil de, çay bardağında içmeyi öğretmişti, akşamüzeri rakısı derdi, en keyifli olanıdır. Gecenin hüznü çökmeden ve günün koşturmacası bitmemişken, oturacaksın köşeye, bakacaksın ordan oraya koşturan insanlara, rakıya hakkını vereceksin adam! Ada’nın sesi kulaklarında çınladı Eren’in, adam diyişindeki vurguyu hatırladı. Önce gülümsedi sonra hüzün çöktü dudaklarına.

Ada’ nın rakı sevecek bir kadın olabileceğini hiç düşünmemişti Eren, tanıştıkları barda, hep şarap içerken görmüş olmasından dolayı ‘senin sadece şarap içen kadınlardan olduğunu sandım’ demişti ilk rakı içmelerinde.  Adına uygun bir karaktere sahipti Ada, gitmek için vapura binmek ve yolculuk yapmak gerekiyordu, tek başına ve heybetli duruyordu, bazı kadınların tuhaf bir meydan okuyan havası vardır başları dik göklere savaş açacakmış gibi bir duruşları, Ada o kadınlardandı. Sonsuza dek yaşanabilecek ve yanına üç şey almanı bile gerektirmeyecek bir ada kadar renkli ve sevgi doluydu. “Sadece kendin olarak gel” diyen şefkat dolu gözlere sahipti. Öyle hemen başlamamıştı ilişkileri Eren’le. Önce birbirlerini bir barda görmüşler, sonra ikisi de birbirini tekrar  görmek için o bara gitmeye başlamışlardı. Gözlerin sürekli karşılaşmasını, tebessüme dayalı selamlaşmalar, selamlaşmaları da  sonunda tanışma izlemişti . Sanki uzun senelerden beri birbirlerini tanıyormuşlar gibi, birbirlerinin sözlerini istemsiz tamamlamışlar ve ilk karşılaşmalarında bir içkiyle başlayan sohbet gün ışıyana dek sürmüştü. 
Yakışıklı adamsın demişti Ada, konuşma esnasında hiç beklenmedik bir anda. Eren’in ne diyeceğini bilemediğini farkedince eklemişti; insanlar güzel laflara alışık değiller, sevilmeyi ve beğenilmeyi hem istiyorlar hem de ansızın sevilip beğenildiklerini görünce utangaçlaşıyorlar. Oysa sen de biliyorsun yakışıklı olduğunu, beğeniyorsun kendini gülerken gözlerini kısışından belli bu. Teşekkür etsen kafi böyle durumlarda, bu seni aklı başında ve efendi gösterir. Şuradan haşlanmış mısır alalım mı?
Eren en çok Ada’ nın konuşurken beklenmedik bir  rüzgara kapılmış da savrulup gidiyormuş gibi konudan konuya atlamalarını severdi… Hep böyle yapardı, Eren derin derin bir şey anlatırken durur; ne müthiş adamsın derdi, şu an seni nasıl öpesim geldi, ne çok seviyorum seni bir bilsen!  

Başarılı adamdı Eren, hayatında her şey belli olan tiplerdendi hani şu kahve makinası olup sabahları duştan sonra kahve içecek kadar organize olanlardan, Ada ise dağınıktı, kaosun hayatımıza gerekli olduğunu savunur, düzen bizi robotlaştırıyor diye çıkışırdı, kıyafetlerini hep fırlatır, Eren de yapmasana şöyle, bulamıyorsun sonra, diye kızardı. Ada da kızsın diye fırlatırdı aslında, Eren hiç bilemedi bunu. Adama kızmayı bile yakıştırıyordu Ada, ve adam hiç kıyamadığından çok nadir kızıyordu Ada’ ya. 
Çalışmayı sevmesine kızıyordu Ada, benim vaktimden çalıyorsun küçük bey şu an diye çıkışıyordu eve iş getirdiğinde. Ama çalışırken seyretmeyi de seviyordu Eren’i. Koltukta kitap okurken, kafasını her çevirdiğinde onu orada bulmak içini huzurla dolduruyordu Ada’ nın. 
Bir gün Eren iş yüzünden çok bunalmışken dinletmişti ilk kez şarkıyı Ada, Eren’in daha önce dinlememiş olmasına şaşırarak, giriş kısmını söylemişti Eren’ e; 

“Gülümse hadi gülümse
bulutlar gitsin
yoksa ben nasıl yenilenirim
hadi gülümse!”

Seviyorum ulan! Yemişim işini, bırak ben sana bakarım az kazanır çok güler kendi dünyamızda mutlu oluruz, hem mutluluk için büyük şeyler gerektiği nerede görülmüş. “ diye de eklemişti. Eren bu çocuksu tavır karşısında gerçekten gülümsemiş, kocaman sarılmış ve çalışmaya devam etmişti. Şimdi her şeyini vermeye hazırdı bu anı tekrar yaşamak için, işini evini arabasını sahip olduğu ne varsa hepsini. Kaybedilen her şeyin yerine yenisi konulabiliyordu da, bir tek zaman geri kazanılamıyordu işte. 

Gidelim diye çok ısrar ediyordu Ada, kendimize küçük bir hayat kurarız, biraz borçlanır ufak bir yer açarız, sonra da yaşar gideriz işte, sevmiyor musun beni ulan yetmiyor muyum sana? Tuzu kurulukla suçluyordu Eren Ada’yı, babadan torpillilerdensin demişti bir keresinde, hayatta kalmak için para kazanmaya ihtiyacın olmadığından kolay geliyor sana. Ailesinin durumu iyiydi Ada’ nın, ama Ada hayatta çok şeye sahip olma hırsında değildi, yaşıyoruz işte, karnımızı doyuracak yiyeceklerimiz, demlenmek için içkimiz, pek keyifle içtiğimiz sigaramız, üzerimizi örten kıyafetlerimiz de var, yetmez mi bu ne gerek var fazlasına derdi. Eren’ in suçlamasına kızmamış, anlayışlı yaklaşmış,  e tamam işte ihtiyacımız yok ki fazla paraya gel gidelim dünyayı gezeriz, küçük işlerde çalışır ne yapacağımıza karar veririz, demişti.

İçinde şimdiye dek hiç olmadığı kadar çok gitme isteği vardı Eren’in, sanki Ada’ yı bulma umudu barındırıyordu gitmek. Zaten bu şekilde fazla kalamayacağını her geçen gün anlıyordu. Kendisini tüketirse tekrardan var olabileceğine inanmıştı bir kere ve Ada gittiğinden beri tüm çabası tükenmek içindi. Evlerinde zaman geçirmeye hem dayanamıyor, hem de ev Ada demek olduğundan vazgeçemiyordu. Şarap kadehini kaldırmamıştı pencerenin kenarından, rujunun belli belirsiz izi duruyordu hala, bir teki salonda öteki teki yatak odasında olan çorabının yerini değiştirmemişti, pijamasını yatağın üzerine gelişigüzel fırlattığından kanepede uyuyordu son bir aydır, hem yatak bozulmasın pijamasının yeri kaymasın diye, hem de kokusunu duyarım dizlerimin bağı çözülür kolum kanadım kırılır sabaha uyanamam diye. Her sabah iki kişilik hazırlamaya devam ettiği kahvaltıda Ada’ya da bir servis koyuyor, bugünde yemedin çok iştahsızsın diye sitem ediyordu. Sanki her an kapıdan girecekmiş de, gazeteyi mutfak masasına bırakacak, Eren’in yanağından bir nefes çekerek öpecek ve Eren’in ona hazırladığı kahveden bir yudum alıp yumurtasını yiyecekmiş gibi geliyordu Eren’ e. Bu yüzden ya gelirse diye her sabah onun hakkını ayırmaya devam ediyordu. 

Kendisini suçlamadığı tek bir gün bile yoktu, insan hayatta kaldığı için acı çekebiliyordu, ve kendini öldürmek göründüğü kadar kolay olmuyordu. Bir ay önce o sabah, onun beş dakika daha uyumasına izin vermediği için suçluydu, o sabah kahveyi duştan önce hazırladığı için suçluydu, Ada ona kur yaparken işe geç kalıyorum diyip sevişmeye izin vermediği için suçluydu, kapıdan çıkarken onu öpecek zamanı olmadığı için suçluydu, son derece disipline karakteri Ada’nın katiliydi işte. O sabah onu trafiğe takılma riskini göze alamayıp bırakmadığı için suçluydu! Ada’ ya çarpan arabanın şoförünün o gün şanslı olup üç yeşil ışıktan ard arda geçmesi bile, haberi olsa kendisinin hatasıymış gibi gelirdi gözüne. Ada’nın asansörü beklemeyip merdivenden inmesi, havanın güzel olmasından ötürü bisiklete binmeyi tercih etmesi, kısa mesafe gideceği için evde unuttuğu kaskını geri dönüp almayışı, kazaya sebep olan bütün küçük ayrıntılar, resmi birleştiren parçalar Eren’in suçuydu, kendisini affedemiyor, ölümün bu soğuk yakıcılığını kabullenemiyor, Ada’nın evin kapısını bir daha asla açmayacağını, müziği son ses açıp dans etmeyeceğini, ona “Adam!” diye seslenmeyeceğini, rakıyı çay bardağında içip, “hayde tokuştur” diye gülümsemeyeceğini, Ocakbaşı’ndan Beyoğlu’na adım attıklarında ver bi öpücük diye dünyanın en güzel borcunu bir daha istemeyeceğini her düşündüğünde, kafası inanılmaz ağırlaşıyor ve yığılıp kalacak gibi hissediyordu. 

Ona kalan tek şey, her akşam, gecenin sonuna gelindiğinde ve Eren yeteri kadar sarhoş olup eve girebilme cesareti bulduğunda mekan kapanırken yinelenen şarkıydı; 

“sazlarım vardı ırmaklarım vardı
çakıltaşlarım vardı benim,
ama sen başkasın, anlıyor musun başkasın!” 

gülümse.. 



22 Kasım 2014 Cumartesi

Sezen' den hikayeler : MİNİK SERÇE

… Gece yarısını biraz geçmişti, birden uyandığı geceler olur insanın, o gecelerden biriydi. Kulağına pikapta dönen kırkbeşlik plağın sesi ilişti önce, gözünü açmadan dinledi bir müddet ; 

"bak seni de sarıverdi mutluluk,
zaman durdu, bak işte sonsuzluk.
bir başka dünyanın açıldı sanki kapıları
sevgi seli akıyor şimdi oluk oluk"

İki çift gözün üzerinde dolaştığını hissedince, her zamanki çapkın gülüşü yerleşti yüzüne, hafif sola yatık. 
-Ne bakıyorsun? diye sordu adama gözlerini hafif açıp gülüşünü bozmadan, biraz şımarık. 
-Özledim.  Diye cevap verdi adam, daha da şımartarak. 
Sevişeli çok olmamıştı, işteş çatılı fiilleri severdi, sevişmekte onlardan biriydi. Kökü sevmek derdi hep, fiilin değil, fiilen sevişmenin.

"Bak işte bir minik serçe
lara lala lara li la la
Senin gibi neşe içinde
Lara lala lara li la la"

Adama ait iki yer vardı kadının vücudunda. Biri boynu, ötekisi bel çukuru. Sevişmenin başı ve sonunda boynuna ait oluyordu adam, ortasında ise beline. Uyumayı en sevdiği yer, adamın köprücük kemiğinin üzeriydi. Bir sabah karşılıklı kahve içerlerken mutfakta, -adam çok güzel kahve yapıyordu bu arada, ve asla iki ayrı fincan kullanmaya izin vermiyordu kadın, tek fincandan sırayla içme şartı getirmişti, adamı dudak değdirdiği fincandan bile kıskandığı için-
gözlerini adamın gözlerinin tam içine dikmiş, -adamın gözlerinde kendisini aramaya bayılırdı kadın- şöyle demişti; 

"köprücük kemiğine adımı yazdıracağım, sen öldüğünde ve bedenin toprak olduğunda, benim olduğunu bütün canlılara köprücük kemiğinin üzerinden haykıracağım"

Bazı güzel sözler, insanın başını döndürür ve farkında olmadan tebessüm haline dönüşür. Adamın yukarı kalkan dudağının kenarında oluşan çizgilerde ve hafifçe kapatıp açtığı göz kapaklarında bunu yaşadığını gördü kadın. 
İnsan birine güzel bir şey söylemeyi de deli gibi sevebiliyormuş demek ki diye geçirdi içinden, ve geceden kalma şarkıyı mırıldandı dudakları kadının; 

"Anlaştınız bak hiç konuşmadan
Lara lala lara li la la
Minik serçeyle göz göze geliverince"



20 Kasım 2014 Perşembe

Sezen' den hikayeler : TUTUKLU

Kadın 3 yakın arkadaşı ve bir de arkadaşlarından birinin sevgilisi ile bir balıkçıda içiyordu. İki masa arkadaki küçük çocuğun giydiği, abisinin kendisine bir beden büyük gelen pantolonunun bolluğunda kahkahalar atmasından keyifli bir sohbetin ortalarında olduğu sanılıyordu. En azından dışarıdan öyle gözüküyordu. Oysa acı en güzel kahkahanın ardına gizleniyordu, kimse oraya bakmayı akıl etmiyordu saklambaç oyununda. İki duble içmiş, hafiften çakırkeyif olmuştu. Son günlerde yorgun oluyor ve uyumak için alkole ihtiyaç duyuyordu. Dalga dalga yayılan kahkahasının tam orta yerinde duydu Sezen' i; 

"Ne senden öncesi
ne senden sonrası
ayrılık aman ölümden yaman
geçmiyor zaman"

Filmin en güzel kısmında kesilen elektrik gibi, kesildi kadının kahkahası. En yakın arkadaşına kısa bir an için gözü değdi, anladı arkadaşı gelen fırtınayı, lavaboya gitmeyi önerdi. Masadan kalkarken kopmaya başladı görüntü, ama duyuyordu Sezenin sesini; 

"ben sende tutuklu kaldım
yedi cihan dolandım 
bana mısın demiyor! "

Merdivenlerden çıkarken hakim olamadı kendisine, dalga dalga yayılan kahkahası gitmiş, acısı bastırdığı yerden büyük bir basınçla çıkmış ve ortalığı su basmıştı. Hakim olamıyordu gözyaşlarına, ağladıkça sinirleniyordu kendisine, çünkü ağladıkça bulanık bir pencerenin ardından baktığı dünyada gittikçe daha da küçülüyordu, unufak oluyordu. Sezen ile başlamıştı aşkları, son bakıştaki o gözler akıllarında kalmış ve gözler aşklarının esas konusu olmuştu. Kadın ondan öğrenmişti gözlerin içine bakabilmeyi ve gözlerin ruhun penceresi olduğunu, bakmakla kalmayıp içine girilebileceğini ve orada yaşanabileceğini. Ne de güzeldi birinin gözlerinde yaşamak. 

Ağlamaktan nefessiz kalınca, hıçkırmaya başladı kadın, iki yakın arkadaşına bakıp öyle acıklı bir halde sordu ki soruyu, arkadaşları da yitip giden kendi aşklarıymış gibi ağladılar kadınla birlikte; 
"onu ya hiç unutamazsam?" 

Cevabı yoktu bu sorunun, motive edici yalan dolan cümlelere karnı toktu zaten kadının. Geçecek diyebildi sadece arkadaşları, bitecek. Yüzünü yıkadı, derin bi nefes aldı, aşağı indiler.

"Sakladım gözlerimi
sustum hep sözlerimi
yandım yar közlerimi ahh..
savur savur bitmiyor.."

İki duble daha içti, kahkahalar yüzeye acılar derine inince rahatladı, evine gidip yatağına yattığında uyur uyanık sayıklıyordu hala;

"ya hiç unutamazsam?"






16 Kasım 2014 Pazar

Deliye öyle bakma, ona göre de sen delisin sonuçta!

Çocukluğumdan belliydi şahsına münhasır bir tip olacağım. Oyuncak falan derdim değildi pek, saat hastasıydım, sağlam şeyleri bozup tamir etmeye çalışırdım, bir de şapkayı kafamdan çıkarmazdım. Bir bayram alışverişinde o zamanlar şimdikinden çok daha prestijli bir marka olan Wrangler-Lee ' den, bizim kot dediğimiz şimdinin jeani olanla aynı fiyat bir şapka almıştım, ailemin salak olcak bu çocuk bakışları altında kendinden emin bir şekilde, tek toplu alışverişimizde tercihimi ondan yana kullanmış geri adım atmamıştım. 6-7 yaşlarındaydım, bir sene kadar hiç çıkarmadım o şapkayı, nubuk gibi bir şapka olduğu için yazları şımşırık olurdu kafam ama aldırış etmezdim. Çocukken insan daha tutkulu seviyor, ayağına vursa bile sevdiği ayakkabıdan vazgeçmiyor mesela. Hala severim şapka takmayı bu arada, kafam yumurta biçiminde olduğundan (annem öyle söyler) cuk oturuyor çoğunlukla.

Her neyse kalemi elime almamın nedeni size çocukluk hikayelerimi anlatmak değil, şahsıma münhasırlığımı göstermek. Normalde pazarları uyumayı seçer insanlar, bense erken kalkmayı severim. Pijamamla markete inmeyi (bu da çocukluktan kalmadır), hava soğuksa bir atkı dolayıp boynuma, bir de ceket geçirip sırta, hop tamamız. Aslında evin altında bir kahveci olsa, kahve almaya inmeyi de isterdim. Öyle palas pandıras iner, her zamankinden alır, biraz yürür, birkaç gazete ve dergi alır dönerdim. Kahvaltıya pek düşkün değilim, kalabalık olmadıkça geniş kahvaltıda yapılmıyor zaten, yapılırsa da şizofrenik bulurum bu durumu. Ben, kendim ve öteki takılacak olsak, çay koymak mecburiyetinde de hep ben kalırım işime gelmez zaten.

Çocukken hep kendimce şarkı uydururdum ben, şimdi de sanki hayatım bir filmmiş gibi geliyor, sufle veriyorum kendime sürekli, insanlara altyazılar geçiyorum. Dublajı bir sevemedim gitti, zaten samimi gelmeyen hiçbir şeyi sevemedim ben, hep çok samimi yaklaştım, hep kendilerinden bildi insanlar. Oysa konunun sizinle hiç ilgisi yoktu, uzun metraj bir filmin kısa süreli figüranlarıydınız siz, kendinizi fazla ciddiye aldınız.

Ne diyorduk, ha evet market. Damacana suları sevmem mesela, şişeden içmek isterim, kolayı da teneke kutuda tercih ederim. Belki gözüme hoş geldiğinden, belki de tek başıma 10 litre suyu içemeyecek olduğumdan. Litrelik kolalar hep ziyan oluyor zira.

Tek kişi de olamadım mesela hiç, 11 yaşımdaydım kaç kişiyiz aslında diye sorgulamaya başladığımda. 15' te de Tanrı'yı sorgularken buldum kendimi. Bakmasana öyle, seninki beni de bunun için yollamıştır belki, öyle düşün. Ya da ne istersen onu düşün, bana ne!

Çok yakın arkadaşı oldum kendimin hep, zaten insana kendinden yakın kimse olmuyormuş. Bir arkadaşımın benim acı çekmemden mutlu olduğunu gördüğümde, keskin bir doğrulama aldı bu görüşüm kendi nezdimde. Ve herkesin aslında aynı duyguda olduğunu farkettiğimde arkadaşımı bağışladım. İnsan mutluluktan gebermiyorsa, kimsenin güzel haberine sevinmiyor, aksine birileri mutsuz olsun da destek olalım birbirimize istiyor. Kulüp kurar, halay çekerler belki bir arada olurlarsa.

Kalıpları da sevemedim hiç, içimdeki çoşkuyu çevremdekilerin bastırması hoşuma gitmedi, kabul de etmedim zaten. Ne geldiyse içimden onu yaşadım. Hem sana ne be benim hayatımdan, önüne baksana sen!

Ama sevdiğim şeyler de oldu tabii. Okumayı sevdim mesela, izlemeyi bir de. Karaktere fazla girdim, tutkum karıştı işin içine, zor çıktım bazı hikayelerden. Ama mahkum kalmadım tek hayata, çok değişik hayatlarım oldu bu sayede. Pek mutlu sonum yok ama olsun, nasılsa başka hikayeler bulurum kendime. Arkadaşlarımı da çok sevdim mesela, baya ama canımdan parçaymış gibi sevdim, az kişiydiler zaten. Mutlu olmalarını istedim hep, hepsi gittiler. Film bitince ne kadar oturabilirsin ki zaten salonda? Kimi kızdı bana, kimi küstü, kimi değiştiğimi düşündü sevmez oldu beni. Oysa ne saçma, dünya değişirken insan nasıl aynı kalsın! Düpedüz gerilik olurdu bu. Sevgililerim oldu sayıca pek birşeye benzeyemediler ama onları da çok sevdim, kurşunun önüne atlarsın ya hani o ölmesin diye, trajediye kurban gidersin filmin sonunda, o şekilde sevdim. Korkarsın yani, ben korktum en azından, bıraktım o işi. Sevme işi dikiş tutmadı bende anlayacağın.

Tüm bunlardan sonra, normal olmadığıma karar verdim, bir gün Charles Adams amcanın sözünü okudum bir yerde, rahatladım baya. Şöyle demiş evvel zaman içinde ;

"Normal is an illusion. What is normal for the spider is chaos for the fly."

Yanisi, sana normal olan bana felaket.
Çok da takma canısı! 

30 Ekim 2014 Perşembe

Kasvet


İçimde bir iç savaş yalnızlığı, az önce uyanmışım çeyrek asırlık uykumdan. İhanete uğramış imparatorlar benim bugün. İçimin kasveti, sanki havaya yansımış, koptu kopacak bir fırtına dışarıda. Acım kabaran bir deniz gibi içine alırken beni, boğulmak istiyorum yalnızca. Kahraman olmak gelmiyor içimden, yatakta daha fazla kalmaksa tehlikeli, bir mezar gibi içine çekiyor beni.
Kalkıyor, banyoya gidiyorum. Yüzümü yıkarken aynada kendime soran gözlerle bakıyorum;

'Sıcak su daha çok üşütür'

Bu sözüme derin anlamlar yüklüyorum, acaba hiç sevmiş olmasaydık, kanar mıydık yine de bu denli, iç savaşta kendi ordusu tarafından vurulmuş kumandan gibi?




27 Ekim 2014 Pazartesi

Pardon, bakar mısınız?



Merhaba,

Tanışmış mıydık sizinle daha önce bir yerlerde? Karşılaştık mı ya da kalabalığa karıştığımız yalnızlıklarda? Pardon, sevmiş miydim sizi, ya da kırmış mıydım kalbinizi sizin abarttığınız benimse sıradanlaştırdığım bir aşk münasebetinde?
Tanıyor olmalıyım sizi, yahut çok benziyor bakışınız bir başkasınınkine. Güldüğünüz zaman gözlerinizin kırışmasından böyle bir hisse kapıldım ben belki de.
Daha önce de olmuştu, gülüşü mavilikler kadar derin bir adam tanımıştım, hani şu içinde sonsuzluk barındıran denizler gibi, vapurun motoru bozulsa da kalsak denizin orta yerinde diye istediğin denizler, insanın martı olasını getirenlerden. Neyse konumuz bu değildi, nerede kalmıştık?

Ah, yüzünüz ne kadar da aşina! Evet evet, kesinlikle tanışıyoruz sizinle, gülerken elinizle yüzünüzü kapatışınızdan kendinizi ele verdiniz işte. Fakat niçin bir yabancı gibi geçip gidiyorsunuz yanımdan, gözlerinizi kaçırışınızın sebebi benden nefret edişiniz mi yoksa hiç hatırlamayacak kadar unuttunuz mu beni? Durun durun, buldum sizi! Siz şu ne olursa olsun sizi bırakmamam için yalvaran adamsınız bana, hatırlıyorum, bir anlaşma yapmıştınız benimle kendi öfkenize hakim olamadığınız zamanlarda bizi garantiye almak adına, ne olursa olsun beni çok seveceğinizi ve hiç bırakmayacağınızı iddaa etmiştiniz boş kağıda imza atar gibi bir rahatlıkla, oysa ne tuhaf değil mi, bir eşikten geçer gibi kolay ve hızlı terketmiştiniz beni. Anlaşmamıza sadık kalmaya çalıştıkça ben, sizin tüm acı sözlerinize karşın sizi bırakmamak için çabaladıkça, nasıl da bir harabeye dönmüştük, sizi yıkmışlar beni yakmışlarda, cesedimizi gömmeye tenezzül bile etmemişlerdi sanki, orta yerde kalakalmıştık. Ben ilk kez orada gördüm iki insanın birbirine bu denli hızla yabancılaşabileceğini, birlikteyken. Ne çabuk yitirmiştik birbirimizi, sanki günler olmamış, birbirimizi hiç sevmemiş, gecelerde aynı yıldızın altında birbirimize dokunmamış, hiç tanışmamış gibi..
Sevgilerin bitebileceğini gördükten sonra, uzunca bir süre sevemeyişimin sebebi belki sizdiniz, belki de içinde hiç sevme isteği kalmayan birine dönüşmenin acısını size fatura etmek istemiştim ben.
Her neyse, çok konuştum, şimdi tek gördüğüm bir zamanlar tanıdığımı düşündüğüm bir adamın silüeti. Çoktan uzaklaşmışsınız yanımdan, zaten gözlerim pek iyi görmedi hiçbir zaman.


O halde size son sözüm, hoşça kalınız. .

22 Ekim 2014 Çarşamba

aşk olsun

arada hayatlarımızın farklı senaryolarını düşünmekten alamıyorum kendimi. ikimize farklı hayatlar çiziyorum, bazen çok erken çıkıyorsun karşıma, bazen geç kalıyoruz birbirimize. bazı senaryolarda seni bulamamacasına arıyorum mesela. sırtsırta oluyoruz bazen, kendimize dünyadaki en uzak mesefaden bakıyoruz, birbirimize dokunamıyor, tanışamıyoruz. bazense elele verip dünyaya meydan okuyoruz.

sen italyan oluyorsun mesela, ben Fransız, henüz maceraperest ve beşparasız gençler iken rastlıyoruz birbirimize, bir seyahat sırasında rötar yapan uçağın sayesinde. İkinci sınıf insanlar kategorisinde ki sigara içme yerinde çakmağımın olmayışından mütevellit sigaramı yaktığın an görüyorum gözlerini ilk defa. ve ömrüm boyunca ne vakit sigara yaksam aklıma hep gözlerinin geleceğini o an anlıyorum. Hayır, gözlerin sıradan ama öyle bir bakışın var ki, uçurumun dibinden dünyaya bakmak gibi. Hem hiç büyümemiş bir çocuk, hem hüzünbaz bir adam, binbir silüet yerleşmiş gözlerine.
4 saat sohbet ediyoruz duraksız, hayatlarımıza yüzeysel dokunuşlar yapıp üzerinde durmuyoruz kim olduğumuzun çok fazla. ikimizinde hayatını anlamlı kılan uğraşları var. sen müzikle ilgileniyorsun, ben resimle. uçağım geliyor, gitmem gerekiyor, senin bir saatin daha var benden sonra, ben tam kapıya gelmişken, sen koşup yakalıyorsun beni, sormazsan affetmeyeceksin kendini.
'bundan sonraki seyahat noktamızı aynı yer yapsak, ne dersin' diyorsun.
ben ömrüm boyunca bunu beklemiş gibi, zamanı ve yeri söylüyorum.iki hafta sonra daha önce hiç gitmediğimiz bir ülkenin yabancı sokaklarında buluyoruz kendimizi. dört günlük bir şey yaşıyoruz, şarkıda ki gibi, az uyuyor, çok geziyor, bolca yürüyor, hiç susmuyor, türlü çılgınlıklar yapıyoruz. hayatımızın son dört gününü yaşıyor gibi cesurca davranıyoruz. hayat boyu kopamayacağımızı ilk anda anlasak da korkuyoruz birbirimizi kaybetmekten bu yüzden dile getiremiyoruz bir türlü. Derken daha sonra ikimizinde reddettiği o alkollü gecede, sence ben, bence sen söylüyorsun ayrılmamamız gerektiğini. 1 sene sonra yanyana gelmeye söz veriyoruz.
sen müziğini yapmaya devam ediyorsun, ben resim yapıyorum. arada alan çıkıyor, biraz para kazanıyorum. aynı anda birkaç işte çalışıyoruz. sen kendi barını açmanın hayalini kuruyorsun, ben bir sanat galerisi sahibi olmanın. küçük şirin bir eve çıkıyoruz, kendimize ait köşeleri olan, birbirimizin alanına saygı duyuyor ve en çok da bunu seviyoruz.
en güzel yağmur yağdığı zamanlar güzel oluyor evimiz, çok sevdiğimiz ve pahalı olmayan bir şarabımız var, eğer kutlama yapıyorsak bir de pizza alıyoruz yanına o küçük ve yılların ustası olan pizzacıdan.kutlamak için büyük şeyler de gerekmiyor üstelik, bazen senin şarkın çok alkış alıyor, bazen benim resmimi öven çıkıyor, bazense sadece birbirimizi buluşumuzu kutluyoruz. küçük birikimimizle sahibi olduğumuz bir vespamız var, pazarları hep gittiğimiz bir park birde, kahvaltıdan hemen sonra istisnasız gittiğimiz, bu arada kahvaltıyı hazırlamayı ben iyi beceriyorum, yemekleri sen güzel yapıyorsun..
hava güzelse hemen çimlere uzanıp kitap okuyoruz, ben kahvemizi sırt çantama koymayı ihmal etmiyorum. birbirimize yettiğimiz küçük dünyamızın, gelecekteki hayalini kuruyoruz yine birlikte..

az şeyle çokça mutlu oluyoruz..
işin kötüsü ne biliyor musun?
ben hep hikayeler yazarken bize, farklı hayatlar yaşatırken mutluluk içinde, sen bu dünyada hala gelip beni bulmuyorsun.
aşk olsun..


16 Ekim 2014 Perşembe

unutmak

'bir türlü bulamıyorum
kızıla çalan bir günbatımının gecesiydi
zifiri karanlıktı
gözlüğümü tezgahta bıraktım 
saatimi çıkardım sonra, masanın üzerine bıraktım
ceplerimi yokladım, cüzdanım arabada kalmış olmalıydı
aldırmadım.
ceketimi portmantoya astım sonra
ama sizi nerede bıraktım o gece
bir türlü hatırlayamıyorum.. '

…..

unutmamaya dair o kadar çok şey kazınmıştı ki kafasına adamın, unutmak olası bir durum gibi gözükmüyordu. bu her sabah uyanır uyanmaz sigara yakmak gibi istemsiz bir alışkanlıktı onun için, yazlıklarını dolabın en ücra köşesine koyar gibi kış geldiğinde, bir ilişkinin bitiminde de hatıralarını uzak raflara koymayı alışkanlık haline getirmişti. Hem böylesi daha kolay oluyordu, ortalıkta duran tshirtler ve şortlar hatta o hiç sevmediği parmak arası terlikler kışın orta yerinde etrafa saçılmış halde kalsa can sıkardı, belki biraz can yakardı. zira yakmak sıkmaktan haylice kuvvetli bir acılanma türüydü. 
yine bir kış akşamı, iş çıkışı gittiği meyhane de çakırkeyif olmaya yüz tutmuş ve ‘gidenler ama hep kalanlar’ başlıklı konu terkisine oturmuşken sofranın, muhabbetin bitişinde telefonların ele alındığı o an da farkına vardı bütün gerçeğin, arayacağı ve 've benim birdenbire yüzünü değil gözünü değil senin sesini göresim geldi'
diyeceği kimsesi kalmamıştı adamın, gelmiyordu işte aklına birisi, içinden gelmiyordu o çok büyük aşklarından birine telefon etmek. 

hesabı ödeyip, kapıdan çıktıklarında, Aralık ayının soğuğundan çok ‘unutmuş’ olmanın verdiği o keskinlik üşütüyordu adamı. Geceleri ıssız kalan Beyoğlu sokakları gibi kimsesiz kalmıştı adam, geceleri üşüyünce sarıldığı o ‘eski’ aşkı, yoktu artık. ve birden ‘o’nunla birlikte unuttuğu öteki şeyler köşeyi dönünce birbir çarptı yüzüne. 
‘aşk’ tanımsızdı artık, ilk görüşte yürekte yara açan o gözleri unutmuştu, ‘tutku’ anlamsızdı artık, onu her gördüğünde kızgın olduğu zamanlarda bile içinden ona koşup gitmek için göğüs kafesini yırtan o adamı hatırlamıyordu, ve ‘şefkat’ yalnızca içinde fazlaca ünsüz bulunduran bir kelimeydi, başını omzuna yasladığında nasıl duygular hissettiğini asla bilemeyecekti bir daha. 
Adam kadını unutmuştu işte, ve onunla birlikte gitmişti sevmek duygusu da. 
bir daha asla Sevmenin nasıl bir şey olduğunu anımsayamadı adam..

…..

‘kalbim kül oldu 
eski bir kütüphane yangınında
ben yandım
kimi cürret ettiysem sevmeye 
kendime küçük kaldım
zayıf kaldım'

14 Ekim 2014 Salı

Bazenler, Çoğalıyor Bazen!

bazen bütün kuralları yıkasım, denizleri yırtasım, tabuları fırlatıp atasım geliyor.
tüm dünyayı kafamızın içine 'iyi' ve 'kötü' kavramlarıyla yerleştirenleri yakasım geliyor. ve en pis haliyle yaşayasım dünyayı.
bu dünya da yaşayan benken, bana hükmeden bu dünyadan intikam alasım var, ne istiyorsam yaparak, serbest olmalı sesi kötü olan insanlara da şarkı söylemek ve yollarda bağıra bağıra şarkı söyleyenlere eşlik etmeli evde oturan halk.


'beni bırakın beni bırakın beni bırakın bu caddelerde! '


ve içimden geldiği gibi dans etmek. evet sen ne düşünürsen düşün, ben sanki uzaya fırlatılan füzeden yanlışlıkla düşmüşüm de, Ay' da unutulmuşum gibi yerçekimsiz ortamda nasıl istersem öyle dans etmek istiyorum bazen, sizin sıkıcı kurallarınız ve bana hiç uymayan fikirlerinizle restleşir gibi. 

hatta bazen ağaç olmak istiyorum, yabani bir yerde.. Fakat hemen vazgeçiyorum, kesin bir gün acımasızca kesilirim ve ev dikilir yerime diye. bazen kimsesiz gibi hissediyorum, çoğunluğun içinde boğuluyorum. Hem zaten ne ara böyle boş kalabalıklar oluşturmaya başladık onu da anlayamıyorum. 


ilkokul fişlerinde 'ne verdin de ne istiyorsun' yazsın istiyorum, ama en değer verdiğimiz şeyler bile atılırken kitaplardan bunu kimse umursamaz biliyorum..


ve bunları hisseden bir tek ben değilim bunu da biliyorum, orada birileri var benim gibi hisseden, benim gibi düşünen, düşündükleri kendisine fazla gelen, bazen. 


ve bilin istiyorum, bir gün doğru kalabalıklarda buluşacağız. 


12 Ekim 2014 Pazar

yaşamak ümitli bir iş midir sevgilim?

yaşamanın gerçekten de çok zor olduğuna inanıyorum. hem hayatta kalmak açısından, hem de ölmemeyi başarmak bakımından. zira var olan riskleri düşünürsek gerçekten de ölmemek büyük bir başarı aslında.
hayatta kalmak konusunu ele alırsak, bundan sanıyorum iki sene önce idi, hayatımın eğlenceli bir zamanını yaşıyordum, bilirsiniz işte derdin minimum keyfin maksimum olduğu dönemler vardır insan hayatında, gerçi kimileri dertsiz duramadığından hep bir şeyler uyduruyor kendisine, her neyse..
o günlerde neden ve nasıl olduğunu hatırlamasam da, ciddi bir farkındalık yaşadım hayatta kalmaya dair.
Nazım Hikmet' in Piraye' ye 24 Eylül 1945' te yazmış olduğu bir şiir var, şöyle demiş üstad;

"En güzel deniz :
                        henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk :
                        henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz :
                        henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
                        henüz söylememiş olduğum sözdür... "
işte ben o günler de tam da buna yönelik bir şey farkettim, en güzel deniz gidilse de önemsiz olacak, en güzel çocuk doğsa da en güzel çocuk olarak kalmayacak, en güzel günler yaşanacak ve belki bir daha asla 'en güzel günler' olarak adlandırılabilinecek günler olmayacak.
ve en güzel sözler, kirlenecek yalan ağızlarda, tüketilecek bir bir, ve bütün sözler birbirinden farksız fincanlara benzeyecek dolap raflarında, insanın içinde kullanma isteği barındırmayan.
evet elde ettiğin her şey birbir değerini yitirecek, demek istediğim tam da bu.
o çok beğendiğin evin manzarası o evde oturmaya başladığında senin için sıradan bir görüntü olacak mesela, o gitmeyi hep düşlediğin ülkeler gittiğin zaman o kadar da uzak ve büyüleyici gelmeyecek, o hayalini kurduğun araba, bindiğin zaman dört teker bir şanzımandan ibaret olacak, o paralar yalnızca birer kağıt parçası olarak değişikliğe uğrayacak, o aşk elde ettikten sonra diğer herkes gibi olacak, ve bu böyle devam edecek.
tekrarladığın her şey önce monotonlaşacak sonra sıkıcı birer eylem halini alacak, rutine binmeyenler ise asla kalıcı olamayacak.
hayat sana asla bir sabah uyandığında yaşamak için bir neden sunmayacak, senin hep savaşman gerekecek, hep ertesi güne gücün olması için önüne bir şey koyman gerekecek, gözünün önünde havuç olan bir at gibi, ya da arabayı kovalayan köpek gibi koşman gerekecek, ve asla havucu yememen, arabayı yakalamaman istenecek.
her zaman yenilenmen ve yeni kalman lazım kısacası, gerçi uzun uzun anlattıktan sonra kısacası biraz  lüzumsuz bir kelime olur ama adettendir yazmasak olmaz.
işte bu yüzden, yaşamak çok zor dostum, yaşamak için sürekli sebepler bulmak çok zor.
çünkü bir arkadaşımın da dediği gibi; eğer yaşamak için bir sebebim yoksa, ölmek için bir sebebim var demektir.


25 Eylül 2014 Perşembe

UyurYaşar

beklersin bir tren garında, 
gözünün gördüğü, 
onun gelmediğidir. 
beklersin elin telefonun hemen yanında, 
telefonun çaldığı
onun aramadığıdır
yaşama başlamak istersin de 
onun olmadığı bu dünya hayli anlamsızdır
uyur uyanırsın
ölünceye dek. . .

16 Eylül 2014 Salı

birkaç iyi adam!

iyi adamlar kaybederler bayım. 
bir adam ne vakit iyi olsa, başlar kaybetmeye. 
iyi adamlar, öyle bir severler ki, korkarsın bayım. 
korkarsın ama, iyi bir adam gördün mü incitmeden duramazsın 
iyi adamlar, çok derinden yaralanırlar. 
kanları akmaz ama yaraları da kabuk bağlamaz, 
dünyalarını sererler önüne, 
dünyayı bir an bile umursamazlar 
iyi adamlar, er ya da geç terk edilirler. 
ve kurşun geçirmez olurlar.
çünkü bir iyi adam aldığı her darbede
bir duvar çıkar kendine
ve o iyi adamlara
ulaşılmaz bir daha. 
siz yine de iyi adamları incitmemeye çalışın bayım. 
çünkü iyi adamlar, incindikten sonra 
bir daha asla eskisi gibi iyi olamazlar. 
bir gün sizde incinirsiniz bayım,
bir zamanlar ‘iyi’ olan bir adam tarafından . . 

12 Eylül 2014 Cuma

new species!

yalnız insanlar tanıdım ben. kimisinin beş parası yoktu, kimisi çok zengindi, çok yakışıklısını da gördüm, yakışıklı sayılmayacak olanları da ve güzelleri tanıdım güzel olmayanlardan sayıca daha fazla. 
ortak noktasıydı hepsinin yalnızlık, bir yalnız yaşama sırasında arada yalnızlıklarını paylaşmayı denemişler başka yalnızlarla. 
özleyince kendi yalnızlıklarını, terketmişler sevdikleri kadınları/ adamları. 
kimisi yorulmuş, ‘biz’ olabilmeyi denemekten, çünkü bıkmış sadece ‘ben’ diyenlerden.
kimi benimsemiş bu yalnızlık işini, denememiş bile ‘bir’ olabilmeyi. 
oysa kalabalıklara karışınca insan kendisini çok zannediyor.
yalnızlıklarının farkında olmayan insanlar da tanıdım ben. kalabalık içlerine yuva yapmış, ortalık tenhayken dışarı çıkmayan. kendisini sevdirebilmek için uğraşan, geniş kahkahalar atan, ama yine de yalnız yatan, yağmur yağınca yalnızlığa yakalanan. 
hepsi de yapayalnızdı işte. 
şimdi düşününce tüm bu olan biteni
diyorum ki;
belki de insan dememeliler artık bize. 
yalnız olmalı türümüzün adı. 
kolay kabullenebilsin diye bazıları. 

10 Eylül 2014 Çarşamba

Kadın


zamanın bir yerinde 
bir şehir de 
bir adam 
yaşamın kaynağını buldu
bir kadını sevdi 
asla sahip olunamayan
tüm benliği ile teslim oldu adam
tek gayesi kadını bir daha hiç kaybetmemekti


ve kadın
kaç cinayetin 
sevilen katili olmuştu
kaç sevdiğini tam yüreğinden vurmuştu
zamanın bir yerinde
bir şehir de 
bir kadın
bir gece vakti, terketti
ansızın.  

9 Eylül 2014 Salı

Söz Meclisten Dışarı!

son yıllarda sıkça gözlemlediğim ve kendi çevrem dahil ortak çevrelerde de sıklıkla dile getirilen bir cümle var; 
‘Türkiye’ de yaşanmaz’ 

yabancısı olduğu şehirleri, ülkeleri daha kolay benimsiyor insanlar. ancak bunu benimserken kendi ülkelerine acımasız yorumlar getiriyorlar. evet bazı dünya devletleri gelişmişlik ve modernlikte bizden iyi durumda olabilir, ancak bu bizim ülkemizi karalamaya yetmez. 
evet hali hazırdaki siyasi liderimizi beğenmiyor olabilirsiniz, ama bu toplumumuza hakaret etmenizi haklı göstermez. kendi toplumuna, kendi halkına seçim sonucuna bakarak cahil diyen insanları, onları adeta lanetler gibi ‘bunlar müstehak başlarına geleceklere’ diyen insanları öncelikle ‘insan’ lığa davet etmek gerekiyor, gerçi çoğu zaman işleri olduğu için o arkadaşlar bu davete icap edemiyor. 

sen o beğenmediğin insanlar için ne yaptın diye sorarlar adama. 
gidip dertlerini mi dinledin? 
gidip ihtiyaçları neymiş onu mu öğrendin? 
gidip yardım etmeye mi çalıştın? 
gidip onlara inandığın şeyin doğrusunu mu anlatmaya çabaladın? 

hayır kardeşim, sen oturduğun yerden, yarımyamalak bilgilerin ve de ondan bundan duyduğun sözler doğrultusunda, sadece laf salatası yaptın. ruhunda hissetmedin sen hiçbir acıyı, hiçbir olayı. sözde duyarlı olmak adına yaptın bütün paylaşımları. Tüketim toplumunun esiri olarak, 21.Yy trendi haline gelmiş bencilliğinden ödün vermedin. 
sen eleştirisel gözle inceledin, hep başka memleketlere özendin, hep hasretini çektin doğmadığın toprakların, hep başka yere ait oldun sen, ama dönüp bakmadın kendi insanına, kendi insanının insanlığına! 

hayır kardeşim görmedin sen kendi vatanındaki güzellikleri, söze gelince Atatürkçü oldun, ama onun hayal ettiği gençliğe bile saygı duymadın, belirli gün ve haftalardan öteye çıkmadın, onun ideolojisini devam ettirmek için hiçbir çaba sarf etmedin. Ama çok laf ettin insanlara, başörtülüye laf ettin, baştakine laf ettin, polisine laf ettin, gazetecine laf ettin, oyuncuna laf ettin, kısacası sen senin fikrinde olmayan herkese laf ettin. 

oysa önce saygı duymalı insan, dinlemeli sonra, anlatmalı kendi bildiğini, bi ortak yol yoksa kendi yoluna gitmeli. 
sırf senin gibi düşünmüyor diye hakaret etmemeli insanına, çünkü senin aptal diye gördüğün, cahil diyip geçtiğin, senin değil belki ama benim dedem, benim teyzem, benim amcam. evet bu ülkenin insanı bizim insanımız.  

madem şikayetçisin bu kadar, madem hoşuna gitmiyor, basıp gitme başka ülkeye kardeşim, otur ülkende savaş ver kendi bildiğince. git o beğenmediğin yerleri gör, sofralarına otur, onları dinle, onlardan ol, bir de öyle bak hikayeye. 
sonunu beğenmezsen, kendine yeni bir kitap alırsın, bir uçağa atlarsın, gidersin yaşamak istediğin yere. 

ama, sen önce bir dene. 

8 Eylül 2014 Pazartesi

NEDEN sen?

çoğu kavram gibi sevgi ve aşk kavramı da yirminci yüzyılda  kaldı diyebiliriz. Günümüz ilişkilerinin bu kadar yüzeysel olmasından sonra herhalde günümüz ilişkilerini biraz eleştirmek çok da yalnış olmaz. sosyal medyanın bu denli hareket kazanmasıyla birlikte ‘bir yeni’sini bulmakta bir o kadar hız kazanmış durumda. henüz daha bitmemişken ilişkiler, bulunuyor ‘like’lanacak yeni sevgililer. bu denli kolay ulaşmakta, öyle sanıyorum ki bir o kadar değersiz kılıyor ilişkileri. 
kadın ve erkeklerin çoğunluğunun iki şey istediği bir dünyada yaşıyoruz artık;
’seks ve para’ 
kimse sevgiden bahsetmiyor artık, kolay bitebilecek ilişkiler arıyor, bundan ötürü olsa gerek ki, parmağında yüzük olan erkekler çok daha kolay kız buluyor. işlerin hesaba döküldüğü bir devirde, herkes ne kadar çok ‘yiyebileceğine’ bakıyor. 

tabi ki haliyle, değerleri koruyan, sevgi ve aşk’ a değer veren insanlar da yalnız kalıyor. sanmayın ki, bu yalnızlık yapayalnız bir süreci doğuruyor. hayır tam aksine çokça insan görüyor, içinde çok fazla ’sevgi ve aşk’ geçen cümleler duyuyor, bunların bu denli kolay söyleniyor olmasına şaşıyor, karşınızdakinin sizi APTAL yerine koymasına dayanamıyorsunuz. kendini öven, zenginliğini vurgulayan, boş boş konuşan, kendine olan beğenisi tavan yaptığı için anlık ego patlamaları yaşayan öyle çok insan var ki, hiçbir başarıya imza atmamış ve de zeka yoksunu olan. 

işte böyle durumlarda, bu insanların karşısına geçip aynen şu soruyu sormalısınız; 

NEDEN sen? 

çünkü senden daha yakışıklısı var, senden daha zengini var, senden daha zekisi inanamayacağın kadar çok var, daha kültürlüsü daha görmüşü var. söylesene neden sen? evet ille ki senden kötüsü de var, ama inan bu yeterli değil. 

bu sorunun cevabı bu denli metaryelist olmamalı beyler bayanlar. 
bu sorunun cevabı daha samimi, daha içten olmalı. 

çünkü, sen bana bakarken gözlerinin içi gülmeli mesela, 
çünkü, sen beni dünyada sahip olduğun her şeyden daha önde tutmalısın mesela, 
çünkü, ben üzülsem senin için yanmalı, 
çünkü, senin yanındayken zaman durmalı, 
çünkü, hayatın getireceği bütün zorluklara birlikte göğüs gerebilme kuvveti vermelisin sen bana
çünkü, inanmalıyım ben sana, 
çünkü, gerçek olmalısın sen,
çünkü, değerli hissetmeliyim kendimi senin yanında ben.   

zaten sorun yüzeysel insanların size asla böyle hissettiremeyecek olması, ve bir diğer sorun kız/erkek insanların kendilerini bu denli kolay harcatması. 

böylesine çarpışık ilişkiler gözler önündeyken, ben hala birilerinin, sevgiye ve aşka gereken özeni gösterdiğine inanıyorum, hala değerlerini yitirmeyen birileri olduğunu düşünüyorum, hala yanyana olduğu için dünyanın bütün acılarını omuzlarında taşıyabilen insanlar olduğunu görüyorum. 

çünkü böyle olmasına ve buna inanmaya sadece ben değil, hepimizin ihtiyacı var.

12 Ağustos 2014 Salı

taşınmak harbi bir mesele

taşınmak: kişinin bulunduğu/yaşadığı ortamı bırakıp yeni bir ortam edinmesi.
gerekenler: yeterli sayıda koli, gazete kağıdı, koli bandı, ip, kamyon, eşyaları indirip bindirecek insan. 

taşınmak dünyanın en değişik duygularından biri bana kalırsa, hele ki 5 yıldır aynı evde yaşadığımı düşünürsek. ki ondan öncen de 10 senemi bir başka evde geçirmişliğimi belirtmek gerek. 
bu sene ilk taşınmamı baba evimin yer değiştirmesi ile yaşadım, ilk-orta ve lise dönemimi yaşadığım o evden ayrılma anına şahit olamadım ama hiç bilmediğim bir eve gitme duygusuyla yüzyüze geldim 10ay kadar önce, zira bu topluluk içinde birden çırılçıplak kalmak gibi bir şeye benziyor, gerçi hiç kalmadım ama kalanınız varsa şu an anlıyordur beni eminim.

10 sene boyunca o baba evinin her köşesine bir anı bırakmıştım ben, zayıflıklarım, korkularım, başarılarım, başarısızlıklarım, aşk acım, Sezen’ im (ve evet ben 8yaşından beri sezen dinlemekteyim), mutfak fareliklerim, televizyon keyiflerim, balkon nöbetlerim, yazları yere serilen yataklar.. 
Fırından çıkan taze çörek kokusuyla 5 yaşına döner ya insan, işte ben bir daha hiç beş yaşıma dönemeyecekmişim gibi bir duyguya kapıldım başka bir evin kapısını araladığımda. Sanki ömrümde bir eşikten atlamışım ve bir daha o eve ve o evde bıraktığım anılara hiç dönemeyecekmişim gibi hissettim. 

Şimdi de aynı duygunun daha da fazlasını kendi evimde yaşıyorum. İnsan taşınınca anıları kalıyor sanki bedel niyetine, taşınmanın bedeli; "anılarından vazgeçmek" oluyor. 
toparlanıyorsun çünkü, evinde başkalarını anımsatan her şeyi topluyor ve önce gazete kağıdına sarıyor, sonra bir kolinin içine koyuyor ardından da bantlıyorsun. 
işin tuhafı yeni evinde onları açmıyorsun. 

eski çok yakın arkadaşınla paylaştıkların, aşık olduğun adamın sana yazdıkları, senin ona yazdıkların, hiç tanımadığın birinin yazdığı, tanıdık birilerinin notları, evine gelen arkadaşlarının evden gitmeden önce aynaya yapıştırdıkları, evinde her biri birini anımsatan ve her biri birine ait olan ufak tefek şeyler, o birbirinden neşeli fotoğraflar, hepsi ama hepsi bir kolinin içine hapsoluyor. önce duygulanıyorsun, her birini tek tek inceliyorsun -ki sırf bu yüzden taşınmak çok zaman alıyor- sonra usulca bırakıyorsun, koliyi koyuyorsun bi köşeye, yeni evinde belki bir gardırop üzerine.

sonra ne mi oluyor? 

hayat devam ediyor, zaman ilerliyor, gerçi bir minik adamın söylediğine göre -zaman ilerlemiyor, insanlar ilerliyor- ve bu minik adam bu yazının bir köşesinde bu sözle hep hatırlanacak bir anı oluyor. 
yeni yazılar oluyor, yeni fotoğraflar çekiliyor, yeni gelenler yeni küçük şeyler getiriyor, yeni anılar birikiyor, ve sezen söylüyor; 

şerefine kalksın bütün kadehler, çok yaşasın yaşasın yaşasın hep yenilenenler!

31 Temmuz 2014 Perşembe

bedeli ne kadar? ederi ne kadar?

belki de başından beri yanlış öğrendiğimiz bir şey vardır: büyük mutluluklar için  büyük acılar çekmeye gerek yoktur. 

ben bir keresinde hiç unutmam - ki doğrusu nasıl unutulacağını da bildiğim söylenemez- çok sevmiştim, bunu çok istememiştim aslında çünkü biliyordum sevgiden sonra gelecek olan felaketi ama katiline aşık olurmuş ya insan işte öyle bir engel olamamaydı benimkisi. 

sevince değişik oluyor insan, dünya daha yaşanılabilir oluyor, güneş daha parlak ay daha belirgin, mehtap bile daha romantik oluyor. şarkılar daha anlamlı geliyor ,stelik hiç farketmiyor ne dinlediğin, arabeskten pop'a her biri ayrı güzel işte. 
yazının girişinden anlayabileceğiniz gibi sonra bitti tabi ki, tıpkı bir günün bitmesi gibi, bir şarkının, sözün bitmesi gibi bitti, bir romanın bitmesi gibi değildi daha çok bir kısa öykü olurdu bizim aşkımızdan. bıçakla kesilmiş bir et gibi, kesildiği belli ve derin. işte öyle bitti. 

3 gün doğmadı güneş, sanki ben değilde o terkedildi dünya tarafından, ay bile göstermedi yüzünü. ya da  bilmiyorum belki de ben ilk 3 gün evden dışarı adım bile atmadım bu yüzden bana öyle geldi. sonra şarkılar başladı, ayrılıktan bahseden, ayrılığı betimleyen. bir şiir okudum, bi kitap bitirdim. nedense hepsi en az benim kadar üzüldüklerini anlatıyorlardı. sanırım hepimizin acısı ortaktı. 

sanki aynı adamı sevmiş, aynı aşkı yaşamış ve aynı şekilde ortada kalmıştık. ortak bir yalnızlığı paylaşıyorduk artık bütün şairler, romancılar-doğrusu yazar ama romancı demek geldi içimden- ve şarkıcılarla. 

onlar benim kadar kırıldı mı bilmiyorum ama ben toparlayamadım işleri bir daha, ülkeyi terketmeyi denedim ama baktım kendimde benimle geliyor, onu 1 haftalığına bakması için komşuya falan bırakamıyorum, vazgeçtim. aşkımda geçti sonra, üzüntüm de. artık geceleri aklıma bile gelmiyor, hatta birinin acısını gördüğümde bile düşünmüyorum, düşünsem de gülüyorum zaten dalga geçercesine.

acı da geçti aşkta bitti ama öyle bir yerden kırıldım ki, onaramıyorum. kimseye aklımdaki düşünceler olmadan bakamıyorum. karşımdakinin sözlerine ben altyazılar geçiyorum, öyle eminim ki her şeyin biteceğine, başlayamıyorum. ne zaman bir adım atmak istesem, bir de bakıyorum arkamı dönmüş kovalayan biri varmışçasına nefesimin yettiği yere kadar koşuyorum, kaçıyorum artık, hem kendimden hem karşımdakinden, hem sevgiden. 

çünkü biliyorum bedel ödenmeden mutlu olunmayacak, ve ben artık  vadesi ömürden uzun sürecek borçlar istemiyorum. 
mutlu olmanın bedeli büyük acılar olmamalı çünkü o büyük acılar yüzünden ben artık mutlu olmak istemiyorum. 



12 Ocak 2014 Pazar

ölüyorum tanrım
bu da oldu iste.

her ölum erken ölümdür
biliyorum tanrım.

ama, ayrıca, aldığın şu hayat
fena değildir...

üstu kalsın...


                                                                                                                                  Cemal Süreyya